Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri, XVIII. ve XIX. Asırlarda
Osmanlı Devletinin Dağılma Devri
0

Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri XVIII. ve XIX. Asırlarda adlı Yusuf Akçura’nın eseri, devletin 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başındaki kritik dönemini kapsamlı bir şekilde ele alıyor. Kitabın başında tarih yazıcılığında dönemlere ayırma geleneğine vurgu yapılarak: “Tarih yazanlar, umumi ve hususi tarihleri, mümeyyiz vasıflarına bakarak, birtakım devirlere ayırırlar.” ifadesiyle Akçura, Osmanlı tarihinin de benzer şekilde bölümlere ayrıldığını hatırlatarak eserine başlıyor. Türk Tarih Kurumu yayınlarından okuyucuyla buluşturulan eserin elimde 2023 tarihli 7. baskısı bulunuyor (eser ilk baskısını 1940 yılında yapmış). “Era of the Disintegration of the Ottoman Empire XVIII. and XIX. Centuries” şeklinde İngilizce başlığına da kitapta yer verilmiş. Eserde ayrıca tarihsiz bir tanıtım yazısı var ki bu kısımda şu ifadelere yer veriliyor:

“Türk Tarih Kurumu tarafından Türk Tarihinin Anahatları adıyle yazılması kararlaşan eserin, Osmanlı Devletinin dağılma devrine ait kısımlarını bugün fani hayattan çekilmiş bulunan eski Başkanımız Ord. Prof. Yusuf Akçura hazırlamağa başlamış bulunuyordu. Kendisinin ölümü ile yarım kalan fakat mevzuu itibariyle bu devrin, Selim III. zamanı gibi mühim bir faslını toplu bir şekilde gözden geçirmiş olan bu tetkikın da Türk Tarihinin Anahatları için hazırlanıp neşredilen materiyeller arasında umumi istifadeye konulması uygun görüldü. Eserin Kurumumuzca tetkikı sırasında tadile muhtaç veya noksan görülen kısımlarını kararlaşan şekilde düzelterek ve tamamlıyarak basım işine nezaret etmeğe, üyelerimizden Maarif Vekilliği Neşriyat Müdürü Faik Reşit Unat memur edildi. Kitaba ilave edilen resim ve haritalar da Kurumun karar ve tasvibiyle yine F. Unat tarafından seçilip ilave olunmuştur.”

Elimizdeki bu eser, yukarıda da belirttiğimiz üzere Osmanlı’nın “dağılma devri” olarak adlandırılan ve kabaca XVIII. yüzyılın sonlarından XIX. yüzyılın ilk çeyreğine uzanan zaman dilimine odaklanıyor. Bu dönem, Osmanlı Devleti’nin siyasi, askeri ve sosyal yapısının sarsıldığı; bir yandan Küçük Kaynarca ile ilk büyük toprak kaybının (Kırım’ın elden çıkışı) yaşandığı, öte yandan Fransız İhtilali fikirlerinin imparatorluk tebaasını etkilemeye başladığı bir dönüşüm döneminin ayrıntılarını aktarmaya çalışıyor. Dolayısıyla eserin kapsadığı zaman dilimi, imparatorluğun kaderini değiştiren olaylarla dolu olması bakımından büyük önem taşıyor.

Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri (XVIII. ve XIX. Asırlarda) Özet ve Eleştiri

Kitabın yapısı oldukça sistematik; zaten kapsamlı bir içindekiler kısmına sahip. Bölümler kronolojik bir sıra izlerken aynı zamanda tematik alt başlıklara yer verilmiş. Yusuf Akçura, her bir bölümde dağılma devrinin belirleyici unsurlarını ayrı ayrı inceliyor. Kitap genel hatlarıyla şu konuları ele alıyor:

  • Osmanlı Devleti’nin XVIII. yüzyıl sonundaki durumu: İmparatorluğun sınırları, demografik yapısı, idarî sistemi ve ekonomik-mali vaziyeti ayrıntılı olarak anlatılıyor. Bu bölümde Osmanlı’nın o dönemde hâlâ geniş bir coğrafyaya hükmettiği fakat ekonomik bakımdan zayıflamaya başladığı vurgulanıyor.
  • Dağılmanın temel sebepleri: Merkezi yönetimin zafiyeti, Yeniçerilerin itaatsizliği, art arda gelen savaş yenilgileri ve eyaletlerdeki düzensizlikler gibi iç etkenler tartışılıyor. Aynı zamanda dış etkenler olarak büyük devletlerin Osmanlı üzerindeki emelleri de aktarılıyor. “… Gerek merkezde, gerekse vilayetlerde adaleti tevzi ve saltanatı temsil eden makamların şeriata ve kanuna muğayir keyfi hareketlerinin artması ve binnetice zulmün, irtikap ve irtişanın meydan alması; …” (s. 8) cümlesinde olduğu gibi yirmiden fazla madde ile dağılmanın sebepleri ortaya koyulmaya çalışılıyor.
  • İmparatorluğun parçalanma sürecinin başlaması: Özellikle XIX. yüzyıl başında imparatorluktan kopan veya kopma eğilimindeki bölgeler inceleniyor. Kırım’ın kaybı, Buğdan ve Eflak (Moldavya ve Wallachia) gibi ilk ayrılıklar; Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan’da başlayan milliyetçi hareketler; Ermeniler arasındaki ayrılıkçı kıpırdanışlar; Arap vilayetlerinde (Mısır, Arabistan) özerklik arayışları ve yerel isyanlar detaylandırılıyor. Ayrıca merkezi otoriteye başkaldıran ayanlar ve valilerin yarattığı anarşi ortamı da kitapta yer buluyor. “Devlet merkezi böyle zaf, iğtişaş ve inhilal içinde bulunurken, zaten pek sağlam rabıtalarla bağlanmamış olan vilayetlerin, hususile uzak vilayetlerin merkezle rabıtaları büsbütün gevşemiş ve Osmanlı İmparatorluğu, çözülüp dağılmağa müsait bir hale gelmişti.” (s. 5) cümlesini bu durumu özetleyen bir örnek olarak verebiliriz.
  • Çözüm arayışları ve reform girişimleri: Osmanlı yöneticilerinin kötüye giden gidişatı durdurmak için başvurduğu çareler anlatılıyor. Özellikle III. Selim dönemindeki ıslahat projeleri, “Nizam-ı Cedid” adıyla anılan yeni ordu teşkilatı ve mali alandaki düzenlemeler (İrad-ı Cedid hazinesi) kitapta önemli bir yer tutuyor. Akçura, reformların amaçlarını ve akıbetini değerlendiriyor.
  • Fransız Devrimi’nin ve Napolyon’un etkileri: Avrupa’da 1789’da patlak veren Fransız İhtilali’nin Osmanlı coğrafyasına yaydığı fikir akımları, isyanlara ilham olması ve Avrupa dengelerinin Osmanlı’yı nasıl etkilediği inceleniyor. Özellikle Napolyon Bonapart’ın Mısır seferi (1798) ve bu seferin Osmanlı Devleti’ni İngiltere ve Rusya ile ittifaka yöneltmesi, kitapta dramatik bir dönem olarak anlatılıyor.
  • III. Selim’in sonu ve 1807 İsyanı: Kitap, yenilikçi padişah III. Selim’in reformlarına karşı gelişen tepkileri ve Kabakçı Mustafa İsyanı sonucunda tahttan indirilmesini de kapsamaktadır.

Eserdeki bölümleme ve detaylar, okuyucuya bu karmaşık dönemin bir panoramasını sunuyor. Akçura, ana hatlarıyla Osmanlı’nın çöküş sürecini hızlandıran faktörleri ve bu süreçteki kırılma anlarını özetliyor. Bu sayede kitap, hem konuya yeni ilgi duymaya başlayan genel okur için bilgilendirici bir rehber, hem de popüler tarih meraklıları için zengin bir anlatı niteliğinde.

Dil ve Üslup Üzerine: Eski Kelimeler ve Yazım Özellikleri

Eser ilk olarak 1940 yılında yayımlandığı için dil ve üslup bakımından dönemin izlerini taşımakta ve bu dil okumayı biraz zorlaştırmakta açıkçası… Akçura’nın dili, 1930’ların bürokratik ve akademik üslubuna yakın, zaman zaman ağır Osmanlıca kelimeler içeriyor (Bu arada eserin 15 Şubat 1934 tarihinde Keçiören’de yazıldığını öğreniyoruz kitabın son sayfasındaki nottan). Örneğin kitapta mümeyyiz, inhitat, intibah, teba, vüs’at gibi bugün pek kullanılmayan eski kelimelere sıkça rastlanıyor. Yazarın ifadeleri genel olarak anlaşılır olsa da Osmanlı Türkçesinden yeni Türkçeye geçiş sürecinin etkisiyle bazı terimler ve imlâ özellikleri modern okur için alışılmadık gelebilir.

Çoğu sayfada imla hatalarıyla karşılaştığımı söylemem lazım. Özellikle Müslüman kelimesinin küçük harfle yazılması olayına gıcık olduğumu da söylemek istiyorum: Ermeni gibi kavramları büyük yazarken, Müslüman hep küçük yazılmış (“Katerina II., Osmanlı seferleri esnasında Ermenileri gözden kaçırmamış ve onları müslümanlar ve Türkler aleyhine teşvik etmiştir.” (s. 21) gibi).

Dikkat çeken bir nokta, eserde yazım farklılıkları ve eski imla kurallarının görülmesi. Örneğin günümüzde “Osmanlı Devleti ile şeklinde yazacağımız ifadeler kitapta bitişik olarak “Osmanlı Devletile” biçiminde geçiyor. Yine bazı kelimelerde “ç” harfi yerine “c” harfinin kullanılması gibi (muhtemelen dönemin latinize imlasından veya baskı hatasından kaynaklanan) ufak yazım hataları mevcut. Bu yazımda tırnak içerisinde örnek olarak verdiğim cümleleri ise kitaptan aynı şekilde alıp, buraya ekledim: böylelikle kitabın dili hakkında da fikriniz olmasını sağlamaya çalıştım. Bu bahsettiğim durum, eserin 1940’lardaki basımının özelliklerini yansıtırken, bugünün okuyucusunun gözünden kaçmıyor haliyle. Herhalde o dönem daktilo ile yazılması da bunda etken. Ancak bu tür farklılıklar, metnin genel anlaşılırlığını ciddi ölçüde etkilemiyor; sadece tarihi bir metin okuduğumuzu bize hatırlatıyor.

Üslup açısından, Akçura’nın anlatımı akademik olmasına rağmen tamamen kuru ve tarafsız değil; yer yer öznel ve edebî ifade tarzı dikkat çekiyor. Yazar, anlattığı olayların içine duygularını ve yorumlarını da katmaktan çekinmemiş gibi gözüküyor (yazıldığı tarih açısından ,bu durum çok da sürpriz değil). Özellikle Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının portrelerini çizerken daha canlı ama öznel bir dil kullanıyor. Buna çarpıcı bir örnek, III. Selim’den bahsederken kullandığı “Selim zavallısı” (s. 149) ifadesidir. Bu söz, 1807’de isyancılar karşısında çaresiz kalan Sultan Selim’i anlatırken geçiyor. Bir tarih kitabında “zavallı” gibi duygusal bir nitelemenin yer alması, günümüz akademik standartlarına göre öznel görünse bile Akçura’nın dönemin ruhunu ve kendi bakış açısını okura yansıtma biçimi olarak değerlendirilebilir. Bunun gibi birkaç örnek daha var eserde.

Tarihsel Anlatım ve Diğer Tarihçilerle Karşılaştırma

Yusuf Akçura’nın Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri adlı çalışması, ele aldığı tarihî olayları kendi yorumlarıyla harmanlayarak sunuyor. Kitapta, imparatorluğun gerileme ve çözülme sürecine dair belirgin bir bakış açısı var: Osmanlı Devleti, zamanının İslam-Şark medeniyetinin son büyük temsilcisi olarak görülüyor ve karşısındaki Hristiyan-Garp medeniyeti karşısında güç kaybediyor. Yazar bu durumu şu cümleyle özetliyor: “Osmanlı Devleti, İslam – Şark medeniyetinin, son mahsullerinden birisi idi…” (s. 153). Akçura’ya göre Osmanlı, İslam dünyasının son güçlü devleti olarak 17. yüzyıla dek Batı’ya üstünlüğünü korumuş, ancak XVII. yüzyıldan itibaren denge Batı lehine değişmeye başlamıştır. Zaten bunun sebeplerini irdeliyor.

Akçura’nın anlattığı pek çok olayı ve yorumu, sonradan gelen tarihçilerin analizleriyle karşılaştırarak düşünmek ve yorumlamak da faydalı oluyor. Örneğin, ünlü Osmanlı tarihçisi Halil İnalcık, Osmanlı’nın gerileme dönemine dair yaptığı çalışmalarda, klasik “çöküş” anlatısını daha farklı bir açıdan ele alır. İnalcık, 17. ve 18. yüzyıllardaki Osmanlı duraklaması ve gerilemesinin tek yönlü olmadığını, aynı zamanda iç dinamikler ve ekonomik koşullarla bağlantılı olduğunu vurgular. Akçura’nın dönemi anlatırken altını çizdiği askerî yenilgiler, Yeniçeri isyanları ve dış müdahaleler gibi unsurları İnalcık da önemser; ancak İnalcık, Osmanlı arşivlerine dayanarak merkezi otoritenin bozulması, tımar sisteminin çöküşü, dünya ekonomisindeki değişimler gibi yapısal nedenleri de derinlemesine analiz eder. Akçura’nın kitabında bu tür derin ekonomik çözümlemelerden ziyade, olayların siyasi ve askerî seyri ile diplomatik entrikalar ön plandadır.

Diğer taraftan, modern tarih yazımında Osmanlı’nın bu dönemi “dağılma” yerine “değişim ve dönüşüm dönemi” olarak da görülmeye başlanmıştır. Günümüz tarihçileri, Akçura’nın “dağılma devri” olarak adlandırdığı sürecin aslında tek bir çizgide çöküşten ibaret olmadığını, merkez-taşra ilişkilerinin yeniden düzenlendiği, yeni fikir akımlarının filizlendiği bir devrim niteliği de taşıdığını belirtirler.

Örneğin, merkezi otoritenin zayıflamasıyla güçlenen ayanlar ve yerel liderler olumsuz bir tablo gibi sunulsa da bazı tarihçiler bunu Osmanlı toplumunun farklı kesimlerinin yönetime katılma çabası olarak da okur. Bu açıdan, Akçura’nın eserindeki yorumlar ile sonraki tarihçilerin yorumları arasında ton farkları bulunur. Akçura, erken Cumhuriyet döneminin milliyetçi ve merkeziyetçi bakışıyla, Osmanlı’nın parçalanma sürecini kaçınılmaz ve trajik bir son olarak resmeder. Bu yaklaşım, Cumhuriyet’in kuruluş ideolojisine de uygundur; çünkü Osmanlı’nın çöküşü ne kadar kaçınılmaz görülürse, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin o enkazdan yükselişi o kadar anlam kazanacaktır.

Fransa ve Napolyon: İki Yüzlü Diplomasi

Akçura’nın kitabında benim için en ilgi çekici bölümlerden biri, Osmanlı Devleti’nin Fransız İhtilali sonrasında Fransa ile ilişkileri ve Napolyon’un tutumuna dair anlattıklarıdır. Yazar, Fransa’nın iki yüzlü diplomasisini somut örneklerle ortaya koyuyor. Nitekim, Fransızlar İhtilal sonrasında Osmanlı’ya resmî ilişkilerde dost görünüp gayri resmî olarak imparatorluğu zayıflatmaya çalışmışlardır. Eserde bu durum şu cümleyle dile getirilir: “Fransa Cumuriyeti, Osmanlı Devletile olan resmi muamelatında hep an’anevi dostluğa riayetkar gibi görünüyor ise de…” (s. 58). Gerçekten de 18. yüzyıl sonlarında Fransa sözde Osmanlı’nın kadim dostu gibi davranmaya devam etmiş, diplomatik nezaketi elden bırakmamıştır. Ancak perde arkasına baktığımızda, Akçura’nın da belirttiği gibi, Fransızlar özellikle Rusya ile ittifak arayışındaki Leh milliyetçilerini destekleyerek Osmanlı’yı zor durumda bırakmaya çalışmışlardır.

Dahası, kitapta yer alan bilgilerden öğreniyoruz ki Fransız Direktuvar Hükümeti döneminde Fransız ajanları, sadece Balkan milletlerini değil, Yahudileri bile Osmanlı’ya karşı kışkırtmaya girişmiştir. Kudüs merkezli bir Yahudi devleti kurulması yönündeki teşebbüs (daha o zamanlar Siyonizm tohumları) dahi Fransızlar tarafından desteklenmiş ve bu Osmanlı yönetimini fazlasıyla endişelendirmiştir. Görünürde dost kalan bir devletin, içten içe Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü dinamitlemeye çalışması, dönemin uluslararası ilişkilerinde güven unsurunun ne kadar zedelendiğine iyi bir örnektir.

Osmanlının Dağılma Devri adlı kitapla ilgili yapay zeka tarafından hazırlanmış bir görsel. İlginç.

Napolyon Bonapart’ın yaşananlara etkisi ve siyasi tutumu da kitapta çarpıcı bir şekilde eleştiriliyor.

Napolyon, Mısır seferi öncesinde ve sonrasında İstanbul’a elçiler gönderip III. Selim’e mektuplar yollayarak kendini Osmanlı’nın dostu gibi tanıtıyordu. Akçura, Napolyon’un bu ikiyüzlü tavrını net bir dille ifade ediyor: “…lakin Napolyon Bonapart, yazdıklarında ve söylediklerinde samimi değildi…” (s. 105). Gerçekten de Napolyon’un yazdığı mektuplarda Osmanlı Devleti’ne karşı dostluk mesajları verirken, perde arkasında Rus Çarı ve Avusturya (Nemçe) İmparatoru ile Osmanlı topraklarını paylaşmaktan bahsettiği tarihen biliniyor. Akçura da eserinde Napolyon’un fırsat buldukça “Hissemizi alalım, yani Türkiye’yi taksim edelim!” şeklindeki gizli tekliflerini aktararak, Fransız liderin samimiyetsizliğini gözler önüne seriyor. Bir yandan “Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü destekliyoruz” diye mesaj yollayan Napolyon’un öte yandan imparatorluğu parçalama planları yapması, Osmanlı yöneticileri için büyük bir ders olmuştur. Bizim için de ders olmalı…

Kitap, Fransa’nın bu tutumuna Osmanlı Devleti’nin verdiği tepkiyi de anlatıyor. III. Selim ve devlet ricali, başlangıçta Fransa’nın dostluk beyanlarına inanmak istese bile gelen çelişkili haberler güveni sarsıyor. Nitekim Napolyon’un 1798’de ansızın Mısır’a saldırması, Osmanlı Devleti’ni Fransa’ya karşı cephe almaya itiyor. Akçura’nın üslubuyla, Osmanlı yönetimi “Fransa Cumuriyeti’nin emniyetbahş (güven verici) cevaplarına kanmayarak” ihtiyatlı davranmaya çalışsa da (s. 58’in devamında), en nihayetinde Fransa’ya karşı İngiltere ve Rusya ile İkinci Koalisyon’a katılıyor. Böylece asırlardır devam eden Osmanlı-Fransız dostluğu, Napolyon’un Mısır seferiyle fiilen sona eriyor. Bunun sonuçlarını ayrıca değerlendirmek lazım ama burası yeri deil.

Haritalar, Fotoğraflar ve Kaynakça: Eserin Ek Özellikleri

Akçura’nın Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri kitabı, içeriğinin zenginliği kadar ek materyalleriyle de dikkat çekiyor. Eserin sonunda ve ilgili bölümlerde, anlatılan konuları desteklemek üzere çeşitli haritalar, fotoğraflar ve görseller bulunuyor. Bu görsel malzemeler, okuyucunun 18.-19. yüzyıl Osmanlı dünyasını daha somut hayal etmesine yardımcı oluyor. Örneğin kitapta, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa ve Asya’daki sınırlarını gösteren detaylı haritalar yer alıyor. Bu haritalar sayesinde, Küçük Kaynarca Anlaşması sonrası kaybedilen topraklar veya Napolyon’un Mısır seferinin gerçekleştiği coğrafya gibi konular, metni okurken gözümüzde canlanabiliyor.

Haritaların yanı sıra, kitapta döneme ait gravürler ve fotoğraflar da mevcut. III. Selim’in portresi, önemli Osmanlı devlet adamlarının resimleri, ayaklanma liderlerinin çizimleri ve hatta Napolyon’un Mısır’a girişini gösteren bir sahne gibi görseller, tarihî anlatımı zenginleştiriyor. Bu sayede Akçura’nın bahsettiği karakterler ve mekanlar, okuyucu için daha tanıdık hale geliyor. Özellikle Napolyon’un oryantalist resimleri (örneğin kitapta Napolyon’un Türk paşası kıyafetinde tasvir edildiği bir gravür bulunması ilginç bir detaydır), dönemin atmosferini hissettiren ilginç belgeler olarak göze çarpıyor. Ben bu tip ekleri çok seviyorum, belirteyim.

Kitapta ayrıca bu görseller ve haritalar hakkında şu ifadelere yer verilmiş: “Kitaba ilave edilen resim ve haritalar seçilirken, sadece eserin mevzuunun tamamlanmasına ve aydınlanmasına değil ayni zamanda bu veya buna yakın devre ait orijinal karakter taşıyan birtakım vesikalardan ele geçirilebilenlerin mümkün olduğu kadar bir araya toplanmasına çalışılmıştır. Selim III. zamanında memleketimizde basılmış ve Üsküdar atlası diye tanınmış mükemmel haritalar mevcut olduğu halde, esere eklenen hudut haritaları ile de o devirde bugünkü gibi tam kat’i bulunmıyan hudutlarımızın Avrupalılarca nasıl itibar edilmekte olduğu gösterilmek istenmiştir.”

Kitabın bir diğer güçlü yanı, ayrıntılı dipnot sistemi ve kaynakça (bibliyografya) içermesi. Akçura, tarihçi kimliğiyle eserinde pek çok olayı belgelere ve önceki çalışmalara dayandırıyor. Yeri geldikçe, metin altındaki dipnotlarda Osmanlı arşiv kayıtlarına, arşiv vesikalarına veya Ahmed Cevdet Paşa gibi önemli tarihçilerin eserlerine (özellikle Ahmet Cevdet Paşa’ya çok atıf vardı) atıflar yapılmış (Bu arada her sayfadaki dipnotları 1 ile başlıyordu, toplamdaki dipnot sayısını böylelikle tek tek saymak gerekiyordu).

Kitapta yer alan bu dipnotlar, meraklı okuyucuya konunun derinlemesine araştırılabileceği yönleri işaret ediyor. Örneğin, kitapta İngiliz devlet adamı William Pitt’in Osmanlı Devleti’ni korumaya yönelik ünlü sözlerine değinilirken bir dipnot aracılığıyla bu bilginin kaynağı verilmiş; ya da Fransız arşiv belgelerine gönderme yapılarak Napolyon’un yazışmalarının orijinallerine atıf yapılmış. Bu titiz kaynak gösterimi, eserin akademik değerini artıran bir unsur. Eserin sonunda yer alan bibliyografya, Akçura’nın çalışırken faydalandığı eserlerin bir derlemesi niteliğinde. Bu listede, hem Osmanlı dönemine ait vakayinameler, arşiv belgeleri, resmi raporlar gibi birincil kaynaklar hem de Akçura’nın çağdaşları olan erken Cumhuriyet dönemi tarihçilerinin analizleri bulunuyor. Ayrıca, kitabın sonunda oldukça ayrıntılı bir dizin (indeks) bulunması, eserin kullanışlılığını artırıyor.

Bu arada, elimdeki bu önemli tarihi kitabı okuyup anlamaya çalışmak, 1950 öncesi eserler ile çok haşır neşir olmamış benim gibi kişiler için tam bir Osmanlıca eğitimi niteliğinde olabilir. Çünkü yukarıda da söylediğim gibi eserde yüzlerce eski kelime mevcut.

Velhasıl…

Yine uzun bir yazı yazdım. 😊

Yusuf Akçura’nın Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri kitabı, popüler tarih anlatımı tarzında kaleme alınmış olsa da derinlikli içeriğiyle Osmanlı’nın son büyük dönüşüm dönemine ışık tutan bir eserdir. Özellikle Fransız ihtilalinin etkisini anlamak isteyenler için tam isabetli bir eser… Kitap; üslubu, zengin anekdotları ve döneme dair yaptığı kritik yorumlarla okuru hem bilgilendiriyor hem de düşünmeye sevk ediyor. Eski dil ve imla unsurları, eserin tarihî bir belge değeri taşımasına yol açarken, anlattığı konular halen ilgi çekici ve tartışmaya açık. Akçura’nın perspektifinden XVIII. ve XIX. yüzyıl Osmanlı tarihine bakmak, bir imparatorluğun çöküş hikâyesini hem dramatik hem de öğretici bir şekilde deneyimlemek demek.

Kabaca çağdaşlaşma çabalarının yeni başladığı 1780-1810 arası 30 yıllık dönem ile dağılma dönemini siyasi ve askeri açıdan anlamak isteyenler için çok önemli bir eser… Bu kitap, Osmanlı’nın dağılma sürecini anlamak isteyen herkes için 80 yılı aşkın süredir başvurulan klasik bir eser olma özelliğini sürdürmeye devam edecek gibi gözüküyor.

İyi okumalar.

Kitaptan altını çizdiğim diğer cümleler:

“Tarih yazanlar, umumi ve hususi tarihleri, mümeyyiz vasıflarına bakarak, birtakım devirlere ayırırlar.”

“Osmanlı İmparatorluğunun dağılma devrini XIX. asır iptidasından başlatmak doğru olur.” (s. 6)

“Vehhabi mezhebinin en esaslı akidesi şu idi: İnsanların kabirlerine ibadet edilemez; velev peygamber bile olsa. … Vehhabîler, evvela kendi memleketlerinde bulunan eshabı resulün kabirlerini yıkarak işe giriştiler. Vehhabîlik bu “Ziyareti Kubur,” müşrikliğinden başka, süsü, tekellüfü, tütün ve kahve gibi mükeyyefatı da şiddetle menediyordu. En sade elbiseler giyip, en iptidai çadırlarda oturmağı, yemek yerken çatal şöyle dursun, kaşık bile kullanmamağı emrediyordu. Müverrih Dozy, Vehhabileri Protestanlığın put kırıcılarına benzetir.” (s. 23)

“1801 de Abdülaziz bin Suut, 20,000 kadar Vehhabi ile Mekkeye gelip hac etti; bütün Mekke ahalisini kendisine biat ettirdi; ve Mekkeye dahil olduğunun ertesi günü, mezheplerine göre hürmet edilmesi caiz olmıyan binaları yıktırmağa başladı: bu suretle Peygamberin, Ebubekir, Ömer, Ali ve Fatmanın doğduğu ve Haticenin oturduğu rivayet olunan evlerle, evliya ve ulema kabirleri denilen yerleri yıktırdı. Nazarlarında taşa tapmak gibi görünen Haceri Esved’e ibadeti izale için, Kabenin bir köşesine konulmuş Haceri Esved denilen karataşı yerinden kopartıp parcalattı. Mekkede çubuk, nargile ve saz nevinden ne buldu ise toplayıp yaktırdı! ipek elbiseler giymeği menetti…” (s. 25)

“Mısır Osmanlılar tarafından Selim I. zamanında zaptolunmuştu (1517). Daha evvel, Mısır Devleti bir askeri heyetin hüküm ve idaresi altında bulunuyordu ve Mısırda icrayı hükumet eden bu askeri heyete, Kölemenler deniliyordu. … Kölemenler, eski usulle talim ve terbiye görmüş, cesur ve cündi, mükemmel bir süvari ordusu halinde idiler. Fransız müverrihi M. Thiers Kölemenler hakkında diyor ki: Bunlar yeryüzünün en cesur ve cevval süvarileridir. … Yerli Mısır halkının idarede hemen hemen hiç bir nüfuz ve tesirleri yoktu; memlekete hükmeden, memleketi idare eden kimseler İstanbuldan gönderilen memurlarla Kölemen Beyleri ve Keşşafları idi.” (s. 25-26-27)

“Lübnan memleketinin kıyam ve isyanlarında bariz bir hissi m illinin tesirin i bulup göstermek kolay değildir; ancak burada yaşıyan ve mezhep itibarile Türklerden ve Araplardan farklı olan Dürzüler in Osmanlı Hükumetine itaatten ayrılmak ve istiklal kazanarak kendi kendilerini idare etmek arzusu hep devam etmiştir. Dürzülere komşu olan Maruniler, hıristiyan idi. Bunlar da bir Müslüman İmparatorluğu olan Osmanlı Devletine karşı itaatsizliğe daima meyletmişler ve hıristiyan – katolik devletlerine, bilhassa Fransaya incizap göstermişlerdi; Fransa hükumetleri de bu vaziyetten istifade için her vasıtaya müracaatten geri durmamışlardır. Gerek Dürzülerin, gerek Marunilerin ehemmiyetli kıyamlarının başlangıcı da XVIII. asır sonlarına tesadüf eder.” (s. 31)

“… Malum olan birşey varsa, XVIII. asrın son senelerinde “Milli” adını taşıyan kuvvetli bir Kürt aşiretinin Osmanlı Devletine karşı isyan etmiş bulunmasıdır. Bu aşiret reisi Timur Bey’in ef’alinden, isyanın fikri bir saik ile vukua gelmeyip, sırf tahakküm etmek ve başıboş bulunmak gayelerini takip ettiği anlaşılmaktadır. Bir iki yıl devam eden bu isyan nihayet Osmanlı Hükumeti tarafından bastırılmıştır.” (s. 32)

“Bağdad Beylerbeyileri digerleri arasında hususi bir mevki ve salahiyet sahibi idiler. Basra körfezinden yukarı Elcezireye kadar olan memleketler bunlara bağlı olduğu gibi Kürt aşiretlerine nezaret vazifesi de kendilerine verilmişti.” (s. 34)

“Biraz tamim ile denilebilir ki, XVIII. asır sonlarında, Osmanlı saltanatı merkezi ve muntazam bir devlet olmaktan ziyade feodal bir saltanat manzarası gösteriyordu. Teferrüt eden Beyler arasında en meşhurları Rumelide Serezli İsmail Beg Tersenik oğlıı gibi adamlar, Anadoluda ise Kara Osman oğulları, Çapan oğulları ve Cebbar oğulları denilen kuvvetli aileler idi. Osmanlı müverrihleri bu nevi feodal Bey ve Paşalara, hareketlerini gayri kanuni görerek, “mütegallibe” namını verirler. … Avrupa müverrihlerinin dediği gibi, bu devrede Osmanlı devleti bir başsızlık (anarşi) içinde yüzüyordu. Merkezi devletin vilayetlerde nüfuz ve sultası pek eksilmişti.” (s. 37)

“Selim III. tahta çıktığı zaman (1789), … memleketin ulemasından ve devlet adamlarından, devletin muhtaç olduğu ıslahat hakkında birer layiha yazıp vermelerini istemiştir. … külliyetlice muntazam asker tutabilmek için, devletin mali vaziyetinin müsait olabilmesi için de memleketin iktısat refahı ve idari intizamı temin edilmiş bulunmak lazımgelir. … Takdim olunan layihalar arasında, geniş malumata, sağ­ lam muhakemeye müstenit olarak kavrayışlı bir nazarla en iyi yazılmış olanı, Kazasker Tatarcık Abdullah Efendi nin layihasıdır. Zaten en çok şöhret kazanmış olan layiha da budur. … Fakat münderecatını öğrenebildiğimiz layihaların hemen hiçbirisinde vilayetlerin inhilaline dair müstakil bir fasıl olarak, mütalea yürütülmüş değildir.” (s. 40 – 41 – 42)

“Fransa Cumuriyeti, Osmanlı Devletile olan resmi muamelatında hep an’anevi dostluğa riayetkar gibi görünüyor ise de, henüz bahsedilen Rumların tahrikatile de iktifa etmiyerek, Yahudileri dahi teşvike kalkışmış ve Kudüste bir Yahudi Devleti kurulmak üzere her tarafta bulunan Yahudileri ittifaka davet etmişti. Sionism hareketinin mebdei demek olan bu teşebbüs, Direktuar devrinde olmuş ve Osmanlı Hükumetinin bittabi canını sıkmıştı.” (s. 58)

“General Bonapart, çok istidatlı, pek geniş hayalli ve nihayetsiz hırs ve emel sahibi, Korsikalı genç bir askerdi. Henüz yirmi dokuz yaşında bulunan bu Generalın Fransa dahili ve harici siyaseti hakkında taayyün etmiş fikir ve emelleri vardı. Fransız olmaktan ziyade İtalyan olan bu ihtilal generalı, efsane ve hayallerle müzeyyen Şarka, ötedenberi mecluptu: hatta konvansiyon devresinin kanlı gürültüleri arasında bir aralık menkubumsu bir vaziyete düşünce, Şarka gitmek, Sultan ordusuna zabit yazılmak tasavvurlarında bile bulunmuştu. … Daha İtalya Seferinde iken bile zihni Şarkla meşğuldü; o zamanlar dostlarına gönderdiği mektuplardan birinde: “Ya Türkiyeyi muayyen zamanına kadar tutmalıyız, yahut hisselerimizi almalıyız…”  diye yazıyordu; ve kendisi ikinci şıkka daha mütemayil görünüyordu.” (s. 59)

“… Bu beyannamelerle General Bonapart, Mısırda bulunduğu ilk zamanlar, husumet hedefinin yalnız Kölemenler olduğunu ve Osmanlı Padişahile dostluğunun devam ettiğini göstermeğe çalışmıştır; ve İskenderiyeye Osmanlı askeri ihraç edilinciye kadar, Osmanlı sultanına karşı hep böyle bir lisan kullanmağı tercih etmiştir. … Bonapartın Mısır halkına neşrettiği beyannamelerinde kendisinin ve halkının adeta müslüman olduğunu ifade eden cümleler kullanılmıştır. … Osmanlı Devletile harbe girdikten sonra, Bonapart, Padişah hakkında kullandığı dostluk cümlelerini artık unutmuş görünmekle beraber, İslam dinine hürmet ve merbutiyetini tekrarda devam etmiştir. … Köse Mustafa Paşa kumandası altında bir Osmanlı fırkasının Mısıra çıkmasını müteakip onu silahla karşılamağa giderken, Divanı Mısıra gönderdiği mektubunu, Bonaparı “Lailahe İllallah, Muhammeden Resulullah” diye başlamış ve mektubunda “Osmanlıların dalâlette kâfiri asliden eşna ve akbeh olduğunu” iddia eylemiştir!…” (s. 73)

“… Lakin İngilizler daha seri davrandılar: Petersburgda tahrikat yaparak, yarı mecnun Paveli sarayının erkanı ve bazı yaverleri vasıtasile boğdurmağa muvaffak oldular (Mart 1801). Çar aleyhine yapılan bu suikastte, oğlu ve veliahdi Aleksandrın da methali olduğu zannolunuyor.” (s. 101)

“… lakin Napolyon Bonapart, yazdıklarında ve söylediklerinde samimi değildi: münasebet düştükçe, “Hissemizi alalım, yani Türkiyeyi taksim edelim!” fikrini Rus ve Nemçe İmparatorlarına açmaktan geri durmamıştır. … Bonapartın mektuplarında sarfettiği dostluk sözlerinin, sırf siyasi maksatla kullanıldığını, hakkile anlıyamıyor, Bonapartı cidden Osmanlı Devletine muhip telakki ediyordu.” (s. 105)

“Sadrazam, ordu ile İstanbuldan ayrıldığı zamanlar, İstanbulda onun kaymakamlığına vezirlerden birisi getirilirdi. Selanik Mutasarrıfı Köse Musa Paşa, kaymakamı sadrı ali nasbolundu.” (s. 124)

“Osmanlı Devleti, İslam – Şark medeniyetinin, son mahsullerinden birisi idi; ve bu medeniyet XVlI. asra kadar, Hıristiyan – Garp medeniyetinden üstündü. XVII. asırdan itibaren, Garp medeniyeti, Şark medeniyetine tefevvuk etti.” (s. 153)

Reaksiyonunu Göster!
  • 2
    alk_
    Alkış
  • 0
    be_enmedim
    Beğenmedim
  • 0
    sevdim
    Sevdim
  • 0
    _z_c_
    Üzücü
  • 0
    _a_rd_m
    Şaşırdım
  • 0
    k_zd_m
    Kızdım
Paylaş
İlginizi Çekebilir
Mutlu Olma Sanatı - Epikür

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir