XIV.-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı adlı kitap, Türk Tarih Kurumu tarafından okuyucuyla buluşturulan, tarihçi ve akademisyen Yusuf Halaçoğlu tarafından kaleme alınan, Osmanlı’nın klasik dönemine dair önemli ve kapsamlı kaynak niteliğinde eserdir. Kitapta İngilizce olarak adı State Organization and Social Structure in the Ottoman Empire (14-17 Centuries) şeklinde verilen eserin elimde 2025 yılında baskısı yapılan 9. baskısı yer alırken, ilk baskının 1991 yılında yapıldığını belirteyim. Kitabı güvenilir kitap siteleri üzerinde bulamadım ancak yayınevinin sitesinde 54 TL gibi çok uygun bir fiyata satın alabileceğinizi belirteyim.
Eserin ilk sayfalarında yazarın hayat hikayesi yer alıyor; Yusuf Halaçoğlu, 1993’de Türk Tarih Kurumu başkanlığı yapmış, 2011’de Kayseri’den MV olmuş (normalde Kozan/Adana doğumlu), yabancı dillere çevrilmiş birçok kitabı (toplam 20’den fazla kitabı var) ve 100’den fazla makalesi olan önemli bir akademisyendir. Halaçoğlu bu kitabında, Osmanlı devlet mekanizmasını ve toplumsal yapıyı 14. yüzyıl ile 17. yüzyıl arasında inceleyerek, bu döneme ait genel bilgilere, kurumların işleyişine, sosyal sınıflara ve Osmanlı toplumunun hukukî yapısına özet niteliğinde ancak gerektiği yerde ayrıntılar verecek şekilde ışık tutmaktadır.
Eserin kapsamlı bir içindekiler kısmı bizleri karşılarken, herkesin geçip devam ettiği kısaltmalar bölümü de var. Yazarın kendi kaleminden yazdığı önsöz kısmı yer alırken (her ne kadar önsözde 5. baskısını yaptığı sıralarda yazıldığı anlaşılsa da), tarihsiz olduğunu da not edelim. Söz konusu bu önsöz kısmında eserin ilk baskılarında teşekkür edilen Mehmet İpşirli’ye teşekküre yer verilmediği, başkalarına da teşekkür edilmediği dikkatimi çekti. Yazar kitabını ise ailesine ve annesine ithaf etmiş.
Eserde bilgi vermek amacıyla çeşitli tablolar yer almakta; ayrıca toplamda 582 adet dipnot ile oldukça zengin bir kaynakça desteği sunulmaktadır. Okuma sırasında göze çarpan bazı küçük yazım hataları (örneğin ‘bilinen’ yerine ‘bilenen’ gibi) olsa bile bunlar metnin akıcılığını ciddi biçimde etkilememektedir. Kitabın sonunda yer alan bibliyografya ve özellikle titizlikle hazırlanmış kapsamlı dizin ise çalışmanın değerini artıran unsurlar arasında. XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı adlı eser, esasen yaklaşık 182 sayfadan oluşmakta, ancak ekler bölümüyle birlikte toplamda 274 sayfaya ulaşmaktadır; bu da kitabın ne denli ayrıntılı olduğunu göstermektedir.
XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı Kitabı İncelemesi
Yazar “Başlangıçta derinlemesine bir araştırma düşüncesiyle yola çıkılmayan, fakat ister istemez konunun ağırlığı dolayısıyla bazı meseleler üzerinde daha fazla durulmak ihtiyacı duyulan bu kitapta …” diyerek kitabın bu hale gelmesinin hikayesinden kısaca bahsederken, “Teşkilâtları ve müesseseleri sağlam temellere dayanan devletler, tarihte hep uzun ömürlü olmuştur. Nitekim tarih boyunca kurulmuş Türk devletlerinin her birinin bir imparatorluk haline gelmesi, Türklerin teşkilâtçı bir karaktere sahip olmaları yanı sıra, devletin idarî, sosyal ve iktisadî yapısının her kesimden halkla bütünleşmesi neticesidir.” (s. XIII) ifadesine de yer veriyor. Bunlar önemli tespitler.
Kitap, Osmanlı devlet teşkilatının kısa bir analizini sunmakla kalmayıp, dönem içindeki sosyal ve ekonomik yapı hakkında da zengin bilgiler içermektedir. Eserde Osmanlı merkez teşkilatı, taşra teşkilatı, askerî sistem, maliye sistemi ve hukuk düzeni gibi çeşitli konular sistematik olarak ele alınmıştır. Ayrıca ekler bölümünde yer alan özgün belgeler ve kanunnâmeler sayesinde, okuyuculara kaynakların orijinal metinlerini sunarak akademik çalışmalara da katkıda bulunmaktadır.
Yine de yazar alicenaplık örneği göstererek “Bununla birlikte böyle küçük bir eserde, Osmanlı devlet teşkilâtı gibi ciltler gerektirecek bir konuda bazı bahislerin eksik kalması tabiidir. Ancak bu eksikliğin, kitabın hazırlanışındaki gayenin yukarıda da belirtildiği gibi sadece bir el kitabı hazırlamak düşüncesine matuf olduğu göz önüne alınarak hoş karşılanacağı ümidindeyim.” (önsöz) ifadelerini de kullanmaktan geri kalmıyor: yani, kısaca diyor ki; daha çok şey yazılabilirdi. Bu arada eski baskılarla karşılaştırıldığında son baskıya baya ekleme yapıldığı görülmektedir.
Kitapta Osmanlı merkez teşkilatının ayrıntılı olarak işlendiği bölümde, Divân-ı Hümâyûn, veziriazamlık makamı, defterdarlık, nişancılık ve kadıaskerlik gibi temel kurumların işleyişleri, yetki ve sorumluluk alanları incelenmiştir. Halaçoğlu, kitabında sadece devlet yönetim mekanizmalarını değil, bu kurumların sosyal hayatla olan ilişkilerini ve toplum üzerindeki etkilerini de vurgulamıştır.
Yusuf Halaçoğlu’nun çalışmasında belki de en dikkat çekici bölümlerden biri, Osmanlı sosyal yapısının ele alındığı bölümdür. Bu bölümde, Osmanlı toplumunun askeri sınıflar, reaya, şehirliler, köylüler ve konar-göçer topluluklar gibi farklı kesimlerinin yaşam biçimleri, görevleri ve toplum içindeki rolleri açıkça ortaya konmuştur. Yazar, Osmanlı toplumunun heterojen yapısını, farklı gruplar arasındaki ilişkileri ve devlet-toplum etkileşimini başarılı bir şekilde anlatmıştır.
Aynı zamanda, Osmanlı hukuk sistemine yönelik bilgiler de kitapta geniş bir yer tutmaktadır. Kadılar, mahkemeler ve uygulanan hukuk normları hakkında verilen detaylar, Osmanlı toplumunun adalete bakış açısını ve devletin adaleti uygulama biçimini anlamak açısından oldukça faydalıdır. Yazar, adaletli ve teşkilatçı yapıyı “Özellikle üç kıtaya yayılan Osmanlı dönemindeki Türk idaresi, sömürgeci ve sınıf farklılıkları içinde kıvranan Avrupa’ya karşı din ve vicdan hürriyetini, adaleti ve hoşgörüyü bir silah olarak kullanmıştır.” (s. XIII) sözleriyle çok iyi aktarıyor.
Osmanlı Devlet Teşkilatı Nedir? 14.-17. Yüzyıl Arası Yapılar
XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı adlı eserde Halaçoğlu’nun, kaynak olarak hem Osmanlı arşiv belgelerini hem de çeşitli vakıf kayıtları ve kanunnameleri kullanması, çalışmanın güvenilirliğini ve bilimsel değerini artırmaktadır. Örneğin yazarın, içeriğini oluştururken “Fâtih Kanunnamesinde kardeş katli “nizâm-ı âlem” tabiriyle ve özellikle de ulemânın desteğiyle bir kanun hükmü haline getirilmiş ve meşrulaştırılmıştır.” (s. 6) cümlesinde atıf yaptığı kanunnameden çok fazla yararlandığını görüyoruz. Arşivcilik konusuna da oldukça fazla değindiğini söyleyebiliriz.
Bunun yanında “Osmanlı Devleti’nde kuruluş döneminde, eski Türk töresine uygun olarak yönetimde aşiret usûlleri tatbik edilmiştir. … Devletin genel kanunları dışında, her kaza ve sancağın özelliklerine göre kanunları vardı. Bunlar Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar için ayrı ayrı hükümler taşımaktaydı. Kanunlar şer’î hukuka göre olmakla birlikte, bazı hususlarda örfe de riâyet edilirdi.” (s. 9) cümlesinden hareketle Osmanlı’da törenin öneminin yanında şer’î hukukun zamanla geldiği son durumu da çok güzel özetlemiş, çeşitli sancak kanunnamelerinden de örnekler vermiştir.
Kitabı okurken özellikle sancaklar, beylerbeyliği, kadılar, ilmi hayat, camilerin önemi gibi konularda oldukça faydalı bilgilerin yer aldığını gördüm ve okumaktan büyük bir keyif aldım. Aşağıda not aldığım ve sizlerle de paylaştığım bazı cümleleri sizlerin de okumasını tavsiye ediyorum: içerisinde sizlerin de belki yeni öğrendiği ya da okuduğu cümleler olacaktır mutlaka. Tarihimizin bu kadar zengin olmasına rağmen bir o kadar da az öğrenildiği gerçeği karşısında zaman zaman üzülmüyor değilim.

XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı kitabı, Osmanlı tarihi alanında araştırma yapan akademisyenler ve dönemi merak edenler için önemli bir başvuru kaynağı olduğu kadar, genel okuyucu kitlesine de Osmanlı devlet yapısının ve toplumunun nasıl işlediğini anlaşılır bir dille anlatmaktadır. Kitabın dilinin sade ve anlaşılır olması, konuların açık ve sistematik bir şekilde sunulması, tarih meraklılarının da ilgisini çekecek bir üsluba sahiptir.
Kitapta Halaçoğlu’nun objektif bir bakış açısı sunarak, Osmanlı tarihini ideolojik yaklaşımlardan uzak bir şekilde değerlendirmesi, tarih yazımı açısından kitabın önemini artırmaktadır. Osmanlı devlet mekanizmasını, sosyal ve ekonomik yapıyı derinlemesine anlamak isteyen herkesin mutlaka kütüphanesinde bulundurması gereken önemli bir başvuru eseri olmaya adaydır, özellikle anlattığı dönem için bunu söylemek doğru olur diye düşünüyorum. Tabii ki yazarın da atıf yaptığı gibi, ciltler dolusu şeyler yazılabilecek bir konuda, elimdeki eser, özetin özeti niteliğinde ancak yine de doyurucu ve devletin merkez ve taşra teşkilatını anlamak/öğrenmek adına yeterli.
Halaçoğlu’nun kitabının Ekler bölümünde yer alan eklerin başlıkları ise şunlardır:
- EK-I: Yavuz Sultan Selim’in İbn Kemal’le yaptığı konuşma
- EK-II: İskân Kanunu
- EK-III: Fâtih’in Ceza Kanunnâmesi
- EK-IV: Fâtih’in Teşkilât Kanunnâmesi
- EK-V: Sis Kanunnâmesi
- EK-VI: Fetvâ Örneği
Kitapta yer alan “… Yıldırım Bâyezid’in, kadıların ilimleriyle amel etmeyip fesada başvurduklarını öğrenmesi üzerine onları Yenişehir’de bir eve doldurarak yakılmalarım emrettiğini, ancak bunun Çandarlı Ali Paşa’nın bir tertibiyle önlenebildiğim kaydetmektedir.” (s. 127) ve beni etkileyen bu cümlelerin bazılarını da aşağıya ekliyorum.
Son tahlilde, Osmanlı’nın köklü devlet yapısını ve çok katmanlı toplumsal düzenini anlamak isteyenler için bu eser, sadece bir kitap değil; geçmişe açılan ilmî bir kapı niteliğiyle, özellikle konu hakkında çalışan akademisyenlerin veya meraklılarının bir çırpıda okuyabileceği, doyuran bir eser olarak dikkati çekmektedir.
İyi okumalar.
XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı kitabında altını çizdiğim diğer yerler
“Osmanlılar Oğuzların Kayı boyuna mensuptular. Kayılar, Avşar, Beydili ve Yıva boyları ile birlikte hükümdar çıkaran boylardandı. Dolayısıyla başlangıçtan itibaren saltanatta eski Türk âdet ve gelenekleri tatbik edilmiştir.” (s. 1)
“… Hatta Kanuni döneminde elçilikle Osmanlı ülkesine gelen Avusturya büyükelçisi Busbecq, herkesin liyakati ölçüsünde göreve getirildiğini ve Türklerin başarılarının sırrının bu olduğunu yazmaktadır.” (s. 3)
“XIV. asrın sonlarıyla XV. asırda diğer Anadolu Beyliklerinde de görüldüğü gibi Çelebi unvanıyla da anılan Osmanlı padişah çocuklarına Şehzâde ismi verilmekteydi. Şehzâdeler babalarının sağlığında yüksek bir sancağın idaresine (sancağa çıkma) tayin edilirler ve bu suretle bütün askerî ve idarî işlerde yetiştirilirlerdi. Takriben on-onbeş yaşlarında gönderildikleri sancaklarda kendilerine yardımcı olmak ve yetiştirmek üzere Lala ismi verilen tecrübeli bir devlet adamı maiyetinde bulunurdu. Sancaktaki şehzâdelere Çelebi Sultan denilirdi. Şehzâdelerden sancakbeyi olanların yanlarında nişancı, defterdar, reisülküttab v.s. kalem heyetiyle mîriâlem, mirahur, kapı ağası ve diğer bazı saray erkânı yer alırdı.
Çelebi Sultanlar eğer yaşları müsaitse bizzat dîvân kurarlar ve kendi sancaklarına ait işleri görürlerdi. Yaşları küçük olanların bu işlerine lalaları bakardı. Sancağın bütün işlerinde söz sahibi olan lalalar, devletçe itimat edilen vezirlerden tayin edilirdi. Şehzâdeler kendi sancaklarında zeâmet ve timar tevcih edebilirler, berat ve hüküm verip bunlara isimlerim havi tuğra çekebilirlerdi. Ancak yapacakları bu tayin ve tevcihlerde devlet merkezine bilgi vermek ve asıl deftere kaydettirmek mecburiyeti vardı. XV. yüzyıl ortalarına kadar duruma göre İzmit, Bursa, Eskişehir, Aydın, Kütahya, Balıkesir, Isparta, Antalya, Amasya, Manisa ve Sivas gibi şehirler başlıca şehzâde sancakları olmuştur. Şehzâdelere Rumeli’de sancak verilmemiştir.” (s. 5)
“Veziriazamlar … sefer esnasında padişahın sahip olduğu her türlü yetkiye sahip olurdu, onun emri ferman demekti. Bu yetki, sefer Avrupa tarafında ise Davutpaşa, Asya tarafında ise Üsküdar’dan ordunun hareketiyle başlardı. … Veziriazamlar seferde bulundukları zaman, merkezdeki işlerin yürümesini sağlamak için yerlerine bir vekil bırakırlardı. Buna Sadaret Kaymakamı veya Kaymakam-ı Rikâb-ı Hümâyûn adı verilirdi. Sadaret kaymakamları tamamen veziriazamın yetkilerini haiz olup …” (s. 15)
“Osmanlı Devleti’nde askerî sınıfa ait şer’î ve hukukî işlerin görüldüğü kadıaskerlik, bazı kaynaklarda 1360 senesinde Orhan Gazi tarafından kurulmuş ve ilk kadıaskerliğe de Bursa kadısı Çandarlı Halil getirilmiştir. Bazı kaynaklarda ise kadıaskerliğin 1362 senesinde I. Murad zamanında ihdas edildiği bildirilmektedir. … Kadıaskerler XIV. yüzyılın ortalarına kadar Baş müftilik olarak adlandırılan şeyhülislâmdan daha üst mertebede idi.” (s. 17)
“Bugün Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu devrine ait arşiv malzemesi ihtiva eden birçok arşiv ve müessese bulunmaktadır. … Tahminen yüz elli milyon belge ve üç yüz bin defter mevcuttur. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’ndeki belgelerin tamamı, Osmanlı Arşivi’ndeki belgelerin ise son verilere göre yüzde ellisi tasnif edilebilmiştir.” (s. 28)
“Bursa’nın başkent olduğu dönemlere ve öncesine ait resmî belgelerin Timur istilası esnasında yok edildiği bilinmektedir. Yine Edirne’nin devlet merkezi olduğu devrelerde meydana gelen yangınlar, saltanat kavgaları gibi sebeplerle bu döneme ait çok az belge zamanımıza kadar gelebilmiştir. Bu yüzden daha çok Kanuni döneminden itibaren kesif ve düzenli arşivlik malzeme bulunmaktadır. … İstanbul’un fethinden sonra ilk evrak mahzeni olarak Yedikule mevkii kullanılmıştır. … Edirne Sarayındaki divanhaneye ve ordu divanlarına ait defterler Sultan III. Ahmed’den sonra padişahların tamamen İstanbul’a yerleşmeleriyle Topkapı Sarayı’na taşınmıştır.” (s. 28-29)
“Merkezi devlet dairelerinde belgelerin saklanmasında ve korunmasında görülen arşivcilik anlayışı, taşrada, eyalet Beylerbeyileri ve mahalli kadılardan da istenmiştir. Taşra teşkilatı görevlilerine, karar ve işlemlerini defterlere kaydetmeleri ve bu defterleri muhafaza etmeleri emredilmiştir. … Mahalli kadılar, verdikleri kararları defterlere kaydetmek ve bu defterleri bir sonraki görevliye devir ve teslim ederek muhafaza etmekle mükellef tutulmuşlardır.” (s. 30)
“Enderun’da asıl teşkilâtın başlangıcı II. Murad zamanında yapılmış, Fâtih Sultan Mehmed devrinde de teşkilât genişletilmiştir, Burada yapılan eğitim, iyilik, doğruluk, dini konular ve fen bilgileri şeklinde yürütülmüştür. Dolayısıyla burası devletin mülkîye mensuplarının yetiştirildiği bir okul hüviyetini taşımıştı.” (s. 39)
“… Bir aileden bir çocuk alınır, tek çocuğu olanlardan ise devşirme alınmazdı. Ticaretle meşgul olduklarından Yahudilerden devşirme alınmazdı. Buna mukabil asil ailelerin çocuğunun alınmasına dikkat edilirdi, iyi terbiye göremeyeceği gerekçesiyle anası ve babası ölmüş çocuklarla, şımarık olur düşüncesiyle köy kethüdasının oğlu devşirilmezdi. Ayrıca Türkçe bilenler, çoban çocukları, kel, uzun ve kısa boylu olanların alınmaması kanundu. Potur oğulları denilen Bosna Müslümanlarından ise devşirme alınmasına müsaade edilmişti.” (s. 49)
“… Timarlı sipahi askerinin azalması neticesinde ise valiler kapılarında besledikleri derme-çatma levend, sanca, sekban gibi kuvvetlerle bunların yerlerini doldurmaya çalışmışlardır. Bu ise devletin başına büyük gaileler açan calâli denilen eşkıyalar gurubunun ortaya çıkması ile neticelenmiştir.” (s. 58)
“1867 de mülkiye teşkilâtının yapılması esnasında eyâletler vilâyet, sancaklar ve kaymakamlıklar mutasarrıflık olurken, vilâyet muhasebecilikleri de defterdarlık ismini almış ve bugünkü teşkilâtın temelleri atılmıştır.” (s. 81)
“İdarî teşkilâtta en fazla yere sahip birimler kaza ve sancaklardı. Kazalarda yönetici sınıf olarak kadı, alaybeyi ve subaşılar bulunurdu. Bunlardan kadılar askerî olmayan şer’î ve hukukî hususlardan sorumluydu. Bunlar ayrıca kazanın iaşesinin temini, belediye, adliye işleri, hükümet tarafından merkezden istenilen şeylerin temin ve tedariki ile de vazifeliydiler. Subaşılar ise kazanın asayişini sağlamakla yükümlüydü; askerî meseleler de alaybeyinin yetkisinde idi. … Sancak kelimesinin XIV. yüzyılda Osmanlı idarî teşkilâtında yer aldığı hakkında şüpheli bilgilere sahip bulunulmaktadır.
Bununla birlikte kelime XV. yüzyılda artık yaygın biçimde kullanılmıştır. Özellikle XVI. yüzyılda idarî bir birim olarak sancağın Osmanlı kanunnâmelerinde yer aldığı ve hazırlanan Tahrir Defterlerinde her birinin ayrı ayrı kanunnâmeleri bulunduğu görülmektedir. … Sancakbeyinin sancağın en büyük idarecisi olması dolayısıyla geniş yetkileri ve sorumlulukları vardı. Bunları: a) Askerî b) idarî olarak başlıca iki kısımda ele almak mümkündür. … Sancakta suçluların cezalandırılma işi de sancakbeylerine verilmiştir. … Sancakbeyleri protokolde bütün ağaların üstünde bir yere sahiptiler.” (s. 85 – 86)
“Eyaletler beylerbeyiler veya buna eşit değerde mîr-i mîranlar tarafından idare edilirdi. XIV. yüzyıl boyunca beylerbeyi, taşra kuvvetlerinin kumandanı ve çeşitli sancaklara dağılmış beylerin âmiri durumundaydı. … Beylerbeyi sefere memur olduğu zaman yerine vekil olarak mütesellim denilen bir kişi bırakırdı. XVI. yüzyıldaki yetkileri, her ne kadar bütün sancakbeyleri, kadılar ve diğer görevlilerle halk nazarında “hâkim ve vali” olarak tayin edilmişse de özellikle sancakbeyleri üzerinde sadece bir teftişten öte gitmemiştir. Eyâlet içerisinde yalnız kendi sancağının idaresinden mesul tutulmuştur. Beylerbeyiler vilâyet merkezinde otururlardı. Anadolu beylerbeyiliğinin merkezi Kütahya, Rumeli beylerbeyiliğininki ise Manastır şehri idi. Beylerbeyilerin kalabalık bir maiyyetleri vardı. Adlî ve hukukî işler vilâyet merkezindeki kadı tarafından görülürdü. Vilâyetle ilgili işler kendi başkanlığında toplanan bir divanda görüşülürdü.” (s. 86 – 87)
“Beylerbeyilerden Rumeli beylerbeyi terfi ederse küçük vezir, yani Dîvân-ı hümâyun’da sonuncu vezir olurdu. Anadolu beylerbeyi ise terfi ettiği takdirde Rumeli beylerbeyiliğine getirilirdi.” (s. 88)
“… Mîr-i mîran, kelime olarak ‘beylerbeyi’ karşılığıdır. XVI. Yüzyıla kadar beylerbeyiliğin altında bir idarî hüviyet taşımaktaydı. Büyük-küçük bazı yerler ise yerli beylere sancak itibariyle verilmiş olup, bu sancaklar, boş kalınca dışardan kimseye verilmeyerek o sancakbeyinin oğullarına, kardeşlerine v.s.ye verilmekteydi ki bunlara Yurtluk-Ocaklık sancaklar denirdi. Yurtluk ömür boyu tasarruf edilmekle birlikte, yurtluk-ocaklık ırsî bir özellik göstermektedir. Kendisine bu şekilde bir yer verilen kimse, resmen o yerin sahibi değildi. Araziyi satamaz, bağışlayamaz, vakfedemezdi. … Bu sistem, müstakil beylerden zaptedilen yerlerde, sadakat ve bağlılığına inanılan yerlerde uygulanmıştır. Bu sancakbeyleri hangi eyâlete tabi iseler o eyâletin beylerbeyileri ile savaşa giderlerdi. Sistem tanzimat’tan sonra kaldırılmış, bu gibi yer sahiplerine maaş bağlanmıştır.” (s. 89)
“… Hükümet merkezi Bahçesaray olan Kırım Hanlığı savaş zamanında bütün kuvvetiyle orduya katılırdı.” (s. 89)
“Osmanlı timar sistemi, çeşitli kaynaklarda ve araştırmalarda belirtildiğine göre, Halifeler devri, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar ve daha soma kurulan Türk beyliklerinin ikta sisteminin bir devamı şeklindedir. Hatta eski Mısır’da firavunların Nil vadisindeki toprakları askerlere ikta şeklinde dağıttıkları bilinmektedir. Buna ek olarak Bizanslıların pronoia ismi verilen timar tarzındaki toprak usûlünden de alındığı iddia edilmektedir. … timarla ilgili ilk kayda I. Murad devrinde rastlamaktayız. … 1454’te Tasalya’da Tırhala sancağında bulunan 182 timardan 146’sı Müslümanlara, 36’sı gayr-ı müslimlere tevcih edilmişti. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, Hristiyanlara da timar tevcih edildiği görülmektedir.” (s. 96)
“Osmanlı Devleti’nde köy ve kasaba halkı istedikleri gibi yerlerini terkederek başka yerlere gidemezlerdi. Bunun için iskân kanunu çıkarılmış ve bu kanun çerçevesinde yerlerini terkedenlere çeşitli cezaî müeyyide uygulanmıştır. Buna rağmen bazı sosyal hadiseler (Meselâ, isyan, eşkıyâlık hareketleri, Celâlîlik), özellikle köy ahâlisinin emniyetlerini sağlamak maksadiyle daha büyük yerleşim birimlerine göçlerine sebep olmuştur.” (s. 109)
“İmparatorluğun ekonomik yapısı ziraate dayandığından, bu işle meşgul köylülerin devlet açısından ne kadar önemli olduğu aşikârdır. … Rumeli’de fütuhatın genişlemesiyle, Anadolu’da büyük bir nüfus potansiyeline sahip konar-göçerler, devlet tarafından güvenlik açısından yeni fethedilen yerlere nakledilmişler ve buralarda köyler tesis ederek yerleşik hale geçmişlerdir. Anadolu’da ise daha Anadolu Selçukluları zamanından itibaren köyler teşkil edildiği görülüyor. … Meselâ IV. Murad Revan Seferi’ne giderken Sivas’ta halkın şikâyeti üzerine, İstanbul’a gönderdiği bir fermanla, yüz ve elli seneden beri Anadolu’dan gelmiş olanların derhal eski yerlerine geri gönderilmesini emretmiştir.” (s. 109)
“… Nitekim Osmanlıların XVI. yüzyıl başlarında ele geçirdikleri Güney-doğu Anadolu ile Çukurova’da, eskiden beri devam eden kanunları birkaç istisnasiyle aynen aldıkları görülmektedir. … Nitekim Sis (=Kozan)’in Osmanlı topraklarına katılmasından soma yapılan 1519 tarihli ilk tahririnde Memluk kanunları aynen bırakılırken, bundan yaklaşık beş yıl soma yapılan (1523-24) tahrirde Memluk ve Osmanlı kanunlarının birlikte geçerli kılındığı, 1536-37 yılma ait tahrirde yer alan kanunnâme’de ise tamamen Osmanlı kanunlarının câri olduğu görülüyor. Keza yine 1519 tarihli Behisni (=Besni) kanunnâmesindeki kayıttan, reayanın, sancaklarında Osmanlı kanunlarının geçerli olmasını istedikleri ve devletin bunu kabul ettiği anlaşılmaktadır.” (s. 110)
“Devlet köylülerin ellerindeki topraklan muntazaman işletmesini istemekteydi. Toprağını ekmeyerek boş bırakan (Boz komak) veya başka bir sipahinin toprağına giderek ziraat yapan köylü sipahisine Çift-bozan resmi adı altında bir vergi vermek durumundaydı.” (s. 112)
“Kadı, kelime olarak “hükmeden”, “yerine getiren” manâlarına gelmekte olup, Osmanlılarda şer’î ve hukukî hükümleri tatbik eden, ayrıca devletin emirlerini yerine getiren bir fonksiyona sahipti. Dolayısiyle hukukî olduğu kadar idarî bir memuriyet olarak da görülmektedir. Böylece kadıların görevlerini hukukî, idarî ve beledî olmak üzere başlıca üç noktada toplamak mümkündür. … kadılar aynı zamanda, bulundukları idarî bölgede şehir ve kasabaların beledî hizmetlerini, bugünkü mânâda bir noter gibi vekâletnâme ve alım-satım işlerini de yürütürlerdi. Osmanlı kaynaklarında kadı kelimesine ilk defa Osman Gazi devrinde rastlanmaktadır. … Tursun Fakih, Karaca Hisar’a kadı ve hatib tayin edilerek hutbe Osman Gazi adına okunmuştur. Dolayısiyle ilk kadı Tursun Fakih olarak görülmektedir.” (s. 127)
“Fâtih Sultan Mehmed zamanında kadılara tahsis edilen ücret arttırılmıştır. Ayrıca, büyük bir ihtimalle kadılığın daha cazip hale getirilmesi düşüncesiyle, yirmi akçalık müderrisin kadı olması halinde kırkbeş akçalık kadılığa tayin edilmesi hususu yer almaktadır. … Bir kimse, medreseden mezun olup, kadıasker divanında bir nevi staj gördükten soma kadılığa tayin edilirdi, isteyenler ise bir müddet müderrislik yaptıktan soma doğrudan doğruya bir kazaya kadı tayin olunurdu. Bu gibiler müderrislikleri sırasındaki derecelerine göre kadılığa getirilirlerdi. Bu durum kanunnâmelerde tesbit edilmiştir. … Kadıların, devletin uzun savaşlar dolayısiyle eyâletlerle fazla ilgilenememesi yüzünden halka zulmettikleri ve usulsüz para talep ettikleri görülmüş, bu tür hadiseler sebebiyle tahkikatler yapılmıştır.” (s. 128 – 129)
“Kadıların mahkemelerde kendi adlarına vazife gören nâibleri vardı. … Kadıların yardımcısı olarak kazalarda bir de vefat etmiş kimselerin mallarını varisleri arasında pay eden “kassam” adı verilen bir memur bulunmaktaydı. … Askerlerin mirasları da “Askerî kassamlar” tarafından paylaştırılırdı. İstanbul hariç taşra kassamlıkları Tanzimatla birlikte kaldırılmıştır. Bunların görevleri normal kadılıklara devredilmiştir. … Her eyalet ve sancakta XVI. asır sonlarına kadar toprak kadıları ismiyle seyyar kadılıklar bulunmakta idi.
Gerek devlet merkezinde gerekse eyaletlerde tahkiki icap eden bir mesele, toprak kadıları vasıtasiyle teftiş olunurdu. Ayrıca köylülerin, sancakbeyi, alaybeyi, subaşı, zeâmet ve timar sahipleri ile ilgili şikâyetleri, yine bunlar tarafından değerlendirilir ve mahkemesi yapılırdı. Toprak kadılarından başka bir de Mehayif müfettişleri vardı ki, bunlar mahallî kadı ve naibler (vekiller) dışında köylere kadar halkın derdim dinlemek ve şikâyetlerini değerlendirmek için devletin tayin ettiği kadılardı.” (s. 130)
“Ayrıca Osmanlılarda sadece vakıflarla ilgili davalara bakan müfettiş kadılar da bulunmaktaydı ki, bunlardan üçü İstanbul’da, biri Edirne’de ve biri de Bursa mahkemelerinde vazifeliydiler. Diğer şehirlerde ise vakıf davaları normal mahkemelerdeki kadı ve nâibler tarafından görülmekteydi. … XVIII. yüzyılda kurulan Türk vakıflarının %64’ünün yönetimi doğrudan doğruya kadılara bağlı idi. Geriye kalan %36’sının nezareti ise bizzat vakfı kuranlar tarafından muhtelif kimselere verilmiştir.” (s. 163)
“Ayrıca bugün belediyelerin görevleri arasında bulunan hizmetler, vakıflarca gerçekleştirilmiştir. Bunların başında şehirlerin su ihtiyacının karşılanması gelmektedir. … Yine, sokakların aydınlatılması, temizlenmesi ve şehirlerin güzelleştirilmesini gaye edinen vakıflar bulunduğu gibi, yol, köprü, konak yerleri tesisi için de vakıflar kurulmuştur. … Osmanlı Devleti’nin eğitim hizmetlerinin de çok büyük çapta vakıflar yoluyla gerçekleştirildiği ve eğitime bütçeden çok az masraf yapıldığı bilinmektedir. … Nitekim, böyle bir imkân dolayısıyla, toplumda sosyal dayanışmanın gerçekleştirilmesinin yanı sıra, açlık yüzünden meydana gelebilecek hırsızlık gibi gayr-ı kanunî olayların da önüne geçilmiştir. … Dolayısıyla vakıflar, beledî ve sosyal hizmetlerin halka en iyi şekilde götürüldüğü, köy ve kasabaların kurulması ve fethedilen yerlerin Türkleştirilmesinde oynadığı rol bakımından vazgeçilmez bir müessesedir.” (s. 164 – 165)
