Kitap Yorum: Malazgirt 1071 & Kıyametin İlk Günü
  1. Anasayfa
  2. Kişisel Yazılarım

Kitap Yorum: Malazgirt 1071 & Kıyametin İlk Günü

0

Malazgirt 1071. Tarihimiz açısından çok önemli bir olay. Anadolu kapılarının Türklere açıldığı tarihi bir savaş! Bunun üzerine çokça kitap yazılmıştır mutlaka; askerlik dönemimde elime geçen Malazgirt Savaşı’nı anlatan bu kitabın adı ise “Malazgirt 1071 Kıyametin İlk Günü” şeklinde. Kitaba (biraz roman havasında) bu ismin verilmesinin sebebini yazar “Bizanslıların Malazgirt’te yaşadıkları ağır hezimetin ardından İmparatorluğun maruz kaldığı kırılmaya ve bu kırılmanın uzun vadede neden olduğu Anadolu coğrafyasındaki Bizans egemenliğinin çözülmesine atıfla” şeklinde yazmış. Aslında Bizanslılar İstanbul’un fethini Kıyamet günü olarak görür; yazar buradan hareketle “1453 yılında kutsal addettikleri İstanbul’u Türklerin ele geçirmesini kolektif hafızalarında tarihi bir son olarak kurgulamış olan Bizanslılara kıyamet gününü yaşatmışlardır. Kitaba verilen ‘kıyametin ilk günü’ ismi de buradan mülhem olup Bizanslılar için kıyametin Malazgirt meydanında başladığına işaret etmektedir.” sözleriyle açıklıyor bu ismi seçmesindeki amacını… Malazgirt savaşının İstanbul’un fethiyle ilişkilendirilmesini bende anlamlı bulmuştum; yazar şu eklemeyi de yapıyor kitapta: “Malazgirt Savaşı ile 1453 yılında gerçekleşen İstanbul’un fethi hadisesi arasında doğrudan bir bağlantı kurmamız mümkündür. Nitekim bu bağlantı daha önce Malazgirt Savaşı’nı Türkiye tarihinin başlangıç noktası şeklinde anlamlandıran düşünce geleneğinin mensubu olan büyük şairimiz merhum Yahya Kemal Beyatlı tarafından kaleme alınan ve 1954 yılında yayınlanan Türk İstanbul isimli bir makalede de kurulmuş, söz konusu makalede 1071 tarihinden itibaren İstanbul’u almanın Türkler için bir amaç haline geldiği ileri sürülmüştü.”

Kitabın isminde kıyamet geçiyor ya; yazar bu kelime üzerinde de bir şeyler yazmaya karar vermiş ki iyi yapmış! Kıyametin tanımı ve dinlerdeki anlatımları ile eskalatoloji hakkında bilgiler veren bir bölümde kitapta yer alıyor. Bu bölümde kıyametin dini kitaplardaki anlatımlarına da yer verilmiş. Bunun yanı sıra verilen kehanet örneklerinde Bizanslılar açısından Türkler ‘in İstanbul’u almasına da yer verilerek, İstanbul’un fethinin Bizanslılar açısından kıyametin başlangıcı olarak görüldüğü aktarılmış. (Kehanette Osman Bey’in soyundan 7. padişah, Bizans’ın hanedan soyundan gelen 7 imparatoru baştayken şehri ele geçirecek sözüyle Fatih Sultan Mehmet’e atıfta bulunulmuş) Bu arada Eskatoloji (Yunanca έσχατος yani “son” sözcüğünden) teoloji (din bilim) ve felsefenin bir bölümüne verilen bir isimdir. İnsanlığın nihai kaderi veya dünya tarihini sonuçlandıran olaylar, daha kaba bir tabirle dünyanın sonu ile ilgilenir. Fakat bu kehanetlerin yanında Bizans halkının kendi imparatorları tarafından gördükleri eziyet ve zulüm sonrası İstanbul’un fethini “iyi gün görebilmeleri” açısından elzem gören kehanetlerde mevcuttu. Buna örnek olan Bulgaristan metropoliti Mihail tarafından Bizans imparatoruna yazılan mektuptaki şu sözler çok anlamlıdır: “Dinimizden olmayanların idaresinde, bugüne kadar aynı dinden olduğumuz İtalyanlardan gördüğümüz zararın bir zerresini dahi görmedik. Önümüzdeki büyük tehlikeyi fark ederek İtalyanların yerine Türklerin egemenliğini tercih etmemiz gerektiğini belirtmek isterim. Tanrı’nın buna razı olacağına inanıyorum.

Kitap, Malazgirt savaşı hakkında İslam ve Bizans kaynaklarından istifa edilerek ortaya çıkarılmış bir eser. Yazar “1040 yılında Dandanakan’da Gaznelileri mağlup ederek bağımsızlıklarını elde eden Selçuklular, aradan henüz çeyrek yüzyıl bile geçmeden hayalini bile edemeyecekleri kadar büyük bir güce ulaşmış, bölgenin en önemli siyasal aktörü haline gelmişti. Mısır’dan Suriye’ye kadar uzanan geniş bir alanda hüküm süren Şii Fatımi Halifeliğinin güdümündeki Büveyhi hanedanının baskısı altında bulunup İslam coğrafyasındaki etkinliklerini önemli ölçüde kaybetmiş olduğunu bildiğimiz Sünni siyasetin temsilcisi durumundaki Abbasiler, bu dönemde siyasal iktidarı Selçuklulara teslim etmişti.” sözleriyle, Selçuklunun o dönemki şartlarından bahsetmeyi de ihmal etmemiş. Peki Fatımi halifeliği nedir? Yazar bunu “Fatımiler, İslam dünyası içerisindeki Şii kanadı temsil etmeleri bakımından Sünni Selçukluların siyasal anlamda rakibi durumundaydılar.“ sözleriyle özetliyor. Yani bir nevi mezhepsel ayrılıkları deşerek, konuya giriş yapıyor.

Yazarın Malazgirt savaşı öncesi siyasal krizleri ve ülkeler arası sorunları ele alarak o dönemin analizini yapmaya çalışması doğru bir tercihti. Selçukluların siyasi manevraları ve Müslümanlığı kabul etmesinden sonra “cihat” anlayışı ile yola çıkması elbette ki Malazgirt ovasına gitmelerine sebep olarak yazılabilir. Bu da Abbasilerin yanında olmalarını açıklamayı gerektirir. İşte yazar bunu yaptı; Selçuklunun neden Abbasilerin yanında yer aldığı ve o dönem siyasi hareketleri inceleyerek başladı. “Selçukluların taraflar arasındaki mücadeleye bu şekilde dâhil olması (Şii – Sünni kutuplaşmasında Sünni tarafta yer alması) siyasal kudretlerini büyük bir ölçüde yitirmiş olan Abbasilerin temsil ettiği Sünni anlayışın yeni bir yükseliş evresine girdiği anlamına geliyordu.” diyor yazar bu konularda.

MALAZGİRT SAVAŞI ÖNCESİ SİYASAL KONJONKTÜR VE SAVAŞLAR

Kitabın yazarı olan Mustafa Alican, yukarıda da belirttiğim gibi o dönem Malazgirt savaşına gelmeden önce yaşananları anlatarak doğru bir karar aldı diyebilirim. Salt, Malazgirt savaşına bağlı kalmaması kitabın en önemli artısı. Türkler, Malazgirt savaşı ile Anadolu’ya gelmedi; ondan önce coğrafi olarak bugün Anadolu sayılan topraklara zaten girmiştik. Yazar bunu kitapta “Hanoğlu Harun, Kurlu ve Atsız Bey gibi komutanların liderliği altındaki Türmenler 1060’lı yıllarda Doğu Akdeniz sahili ve Kudüs olmak üzere Selçukluların sınırlarını genişletecekti. Bu ilerleme Malazgirt savaşı nedeniyle yarım kalacak fakat 1086 yılında Sultan Melikşah’ın Suriye seferi ile devam edecek, aynı zamanda kardeşi Tutuş’da 1090 yılında Selçuklu sancağını Kahire önlerine taşıyacaktı.” sözleriyle aktarıyor.

MALAZGİRT SAVAŞI ÖNCESİ BİZANS’IN DURUMU

Bizans’ı bilmeden, Malazgirt Savaşı’nda neden yenildiklerini anlamak zor; yazar da bunu düşünmüş olacak ki Bizans’ın iç durumunu anlatan yazılarda yazdı, ben de bol bol not aldım. “Romanos Diogenes, imparatorluk tahtına hanedanlık içerisinde yaşanan bir “kumpas” sonucu gelmiş, imparatoriçe ile evlenerek koltuğuna oturmuştu. Diogenes, ihtilal suçuyla tutuklanan ve sonrasında “bu durumun etkisini kaldıramadığı için” intihar eden şaibeli bir askerin oğlu, Kapadokya doğumlu bir Bizans soylusu olmasının yanında hanedan soyundan gelmiyordu. Bir dönem hükümeti düşürmek için harekete geçen fakat yakalanan Romanos, kendisine yöneltilen ihanet suçlaması karşısında herhangi bir itirazda bulunmayarak suçlu olduğunu kabul edecek ve idam cezasının infazını beklemek üzere bir adada hapsedilecekti. Fakat fiziksel çekiciliği ve Müslümanlar karşısında elde ettiği başarılar nedeniyle efsaneleşen Romanos, İmparatoriçe tarafından affedilecek ve sonrasında ordu kumandanlığına getirilecekti. Bu olaydan 1 hafta sonra ise Ayasofya Kilisesi’nde hükümdar olarak tacını giyecekti.” Bu sözlerden anlayacağımız üzere entrikalarıyla ünlü Bizans ülkesinde, kendi içlerinde de çeşitli entrikalar dönüyor ve Kral değişiyordu. Romanos, bu şekilde başa gelmiş; karşısında rakip olarak Selçukluları görmüştü.

Romanos kendine güveniyordu; yazar bu durumu şu sözlerle açıklıyordu: “Bizans İmparatoru’nun hedefi açıktı: Malazgirt’i ele geçirdikten sonra kendisi de Ahlat’a gidecek (ordusunu ikiye ayırıp diğer kısmı Ahlat’a göndermişti) ve orduyu tekrar birleştirecek; ardından da Selçuklu ülkesine yürümeye devam edecekti.

MALAZGİRT SAVAŞI

Kitaptan savaş ile ilgili aldığım notlar ve eklemelerim:

1071 yılında Mısır’ı fethetmek üzere yola çıkan Sultan Alparslan, kendilerini tarih sahnesinden silmek üzere İstanbul’dan hareket eden mağrur Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’i karşılamak üzere seferi yarıda keserek Halep’ten geri dönmek zorunda kaldılar. 26 Ağustos’ta Malazgirt’teki Rahle düzlüğünde karşı karşıya geldikleri Bizanslılar ile kanlı bir meydan muharebesi yaptılar.

Romanos savaş esnasında kırmızı atlas ve ipek çadırındaki altın tahtında oturuyordu. Savaş sırasında Bizans karargâhına Selçuklu elçileri gitmişti. Yazar kitabında bu elçilerin gitme sebebinin Bizanslılarla onurlu bir barış imzalayarak kan dökülmesine engel olunmasını gösterdi. Hâlbuki böyle bir savaş için meydana çıkan bir liderin, antlaşmaya yanaşması yanlış bir mantık yürütmeydi ki yazar İslami kaynakları referans göstererek bu elçilerin asıl amacının “düşmanın durumu hakkında sağlıklı bilgi edinmek olduğunu” yazsa da bu amaca kesinlikle inanmadığını belirterek, Selçuklu Sultanı’nın düşmandan “korktuğunu” tam olarak söyleyemese de anlatmaya çalışıyordu. Hem kitaba Malazgirt Kıyamet de hem de bu şekilde Selçuklu ordusunu ezik göstermeye çalış! 40 kişiyle koca Çin sarayına giren neslin devamının, koca ordudan korkacağını sanmıyorum: ki “yeryüzünde hiç bir kralın kendisini mağlup edemeyeceğine” inanan Romanos’un tarihçileri bile Selçukluları bu kadar ezik göstermedi! Ben bu konuda yazarın tarihi metinlere çok bağlı kaldığını, fakat tarihi metinlerde örneğin sayı konusunda bile mutabık kalınamadığını unutarak böyle bir düşünceye girdiğini düşünüyorum.

Kitapta bir rivayetten de bahsedildi: buna göre düşmandan “korkan” (!) Sultan’ı yanında bulunan imamı Ebu Nasr Buhari el-Hanefi telkinde bulunarak savaşa ikna etmişti! Hatta tüm İslam ülkelerinde Cuma günü hutbeler okundu, savaşa da tam Cuma namazı vaktinde başlanıldı! Abbasi Halifesi Kaim Biemrillah’ın emriyle Said b.Muslaya isimli bir edip tarafından Bağdat’ta kaleme alınan Cuma hutbesine âmin dememek elde değil; fakat korkuya kapılmış bir Sultan izlenimine hala inanmakta zorluk çekiyorum: bunun yerine içine şüphe düşmüş bir Sultan demek daha doğru olabilirdi. Yazarın bu “korku” ve “şüphe” seçenekleri arasındaki tercihini doğru bulmuyorum. Savaşı Cuma vaktine getirmek için uğraşan Sultan “bu kefenim olsun” deyip beyaz bir elbise giyerek “gözyaşları içerisinde” namazını kılarak savaşa hazırlandı. Nedense yazar bu yazılanları “hikâye” olarak nitelendiren cümleler kurmakla yetindi; peki neden olmasındı? Bu konuda yazarın tutumunu da ilginç geldi.

Kitapta ilginç bilgilerde var:

Diyarbakır ve Silvan merkezli Kürt emirliği olan Mervaniler, Tuğrul Bey döneminde Selçuklulara itaat etmiş; Malazgirt savaşı öncesi Sultan Alparslan’a sefer için 100 bin dinar hediye ederek asker yardımında bulunmuştu. Burada dikkat çeken bir husus var: 100 bin dinarın halktan zorla toplanıldığını öğrenen Sultan Alparslan, Mervanilerin paralarını geri göndererek “Bizim çiftçilerin malına ihtiyacımız ve halkın malını almaya iznimiz yoktur” sözleriyle tepkisini göstermiştir. Mervani lideri Nizamüddin bu tepki sonrası kendi özel hazinesinden ve arazilerinden temin ettiği 100 bin dinarı tekrar Selçuklu karargâhına göndermiştir.”

Bazı tarihçiler Sultan’ın Halep’te bulunduğu sırada şehri kuşatma nedeni olarak o dönem ezanlarda Hayye ala Hayri’l amel ifadesinin okunmaya devam etmesini gösterir. Halep saldırısı sırasında dirençli bir bitki olan halenç’ten (benim notum: Halenç hakkında google’de bilgi bulamadığımı ekleyeyim.)  imal edilen yaklaşık 80 bin ok Sultan’ın emriyle şehre atılmıştı. Sonunda Halep Mirdasi Emiri Mahmud’un, Sultan’ın huzuruna gelerek şehrin anahtarlarını sunması ile savaş sona ermişti. Bu sırada Sultan Alparslan’ın Bizans İmparatoru Romanos ile mektuplaşmaları ise devam ediyordu.

Bazı tarihçiler Sultan Alparslan’ın Bizans ordusunun gücünü öğrenmesi sonrası kaçtığını söyler. Bu ifadeler o dönem Romanos’un kulağına da fısıldanmıştır. Hem esvapçıbaşı Leon Diabatenos’un İmparator’a yazdığı mektuba bakılırsa Sultan Alparslan korkuya kapılarak İran’a gitmiş ya da Bağdat’a kaçmıştı. İmparator’un yanında bulunan hainlerin (yazar kitapta aynen bu ifadeyi kullandı) yönlendirmesi ile ordusunu ikiye bölerek hareket etmeye devam etti; yanında bulunan Selçuklu şehzadesini de İstanbul’a geri gönderdi. Birçok tarihçi, İmparator’un bu hamlelerinin yenilgiyi getiren etkenlerden bazıları olduğu konusunda hem fikir olsa da savaşın sonucu netti. Fakat imparatorun büyük bir hatası olarak değerlendirilecek olan ordunun ikiye bölünmesi hadisesi o dönem şartlarıyla düşünüldüğünde son derece yerinde ve kusursuz bir hareket olarak görülecekti.(Yazarın kendi ifadesidir)

Sultan, her ne kadar Bizans İmparatoru ile yapacağı savaş için stratejik planlar yapsa da devletinin geleceği noktasında endişe içerisinde olduğunu da gösteren bir tavır sergilemiş, veziri ile hatununu Selçuklu siyasi egemenliğinin merkezi coğrafyası olan İran’a göndermişti.  Bu durum bazılarına göre Sultan’ın psikolojik durumu açısından endişeli olduğunu gösterse de devlet lideri olmanın gereğini yerine getiren doğru bir hamle olarak da görülebilir. Tarihçiler Sultan’ın savaşa hayatını göze alarak hazırlandığını ve ölümü durumunda devletinin devamı için oğlu Melikşah’ı sultan olarak atadığını gösteren bir metinden bahseder.

Romanos’u savaş sırasında yalnız bırakan komutanlarından bir tanesi de Tarkhaniotes’di; savaş öncesi Ahlat’a gönderilen Tarkhaniotes’e haber yollanarak geri dönmesi istenmiş fakat hiçbir zaman geri dönmemişti. Tarkhaniotes, Ahlat civarlarına geldiğinde Selçuklu Sultanı’nın bölgede olduğunu öğrenerek askerleriyle birlikte Anadolu içlerine doğru kaçmıştı.”

“Selçuklu ordusu savaş öncesi ağır kayıplar vermişti. Halep’e kadar ilerleyen ve bir ay boyunca şehri kuşatma altında tutan Selçuklu ordusu dönüş yolunda ağır kayıplar vermişti. Yüz binlerce kişiden oluştuğu söylenen Bizans ordusu ile savaşmak Selçuklular açısından bir felakette sonuçlanabilirdi. Selçukluların Fırat Nehri’ni herhangi bir su taşıtı kullanmadan yüzerek geçmeleri esnasında da birçok kayıp yaşanmıştı. Bu olay akıllara Sarıkamış harekâtını getirdi; önemli bir hata! Yine de kaynaklarda bu kayıpların çok önemsenmediği ve dönem şartlarında alışıldık bulunduğunu da eklemek gerek.”

“Bizans İmparatoru Romanos, Selçukluları yok etmek için çıktığı seferin sona erdiği Malazgirt meydanında tarihin gördüğü en büyük yenilgilerden birini aldı. Savaş sonrası Selçuklular o kadar ganimet elde etmişti ki, savaşa katılan Ahlat ve Malazgirt halkı 100 yıl sonra bile o gün elde ettikleri ganimetten dolayı hala müreffeh bir hayat yaşamaya devam ediyorlardı.”

Kitapta “Bizans sarayının resmi simgesi mor renkli kumaşlardır.” Yazıyordu. Aklıma Galatasaray’ın forması geldi, gülümsetti bu bilgi beni…

malazgirt-1071Malazgirt savaşı sonrası Alparslan’ın ölümü de ilginç olmuştur: Ceyhun nehri yakınlarında bulunan Berzem Kalesi’nin yöneticisi Yusuf El-Harezmî, bir süre Selçukluların saldırısına dayandıktan sonra son gecesinde kalede ziyafet verip eşi ve çocuklarını kendi elleriyle katlederek teslim olmuştu. Kitapta verilen tarihi kaynaklara bakılırsa, idam edilmek üzereyken Sultan’a ağza alınmayacak kelimeler kullanan Harezmî karşısında öfkeye kapılan Sultan, Harezmî’nin ellerini çözdürmüş; bunu fırsat bilen Harezmî, Sultan’ı bıçaklamıştı. Bazı kaynaklarda “Kürt” olduğu söylenen fakat teyit edilemeyen Harezmî, Sultan’ın askerleri tarafından oracıkta öldürülmüştü. Fakat Sultan’ın yaraları ölümcüldü: ölmek üzere olduğunun farkında olan Sultan, yerine Melik Şah’ın geçmesi dâhil birkaç emir vermişti. Cenaze töreni sonrası babası Çağrı Bey’in yanına defnedilmiştir.

Sultan’ın ölüm döşeğinde tövbesi ise ilginç bir anekdot oldu: yazarın aktardığına göre Sultan’ın Allah tarafından cezalandırıldığına inandığını, ordusuna güven duyduğu için zayıf bir kulu vasıtasıyla ona ne kadar aciz biri olduğunu hatırlattığına inandığını yazdı. Daha önceki sayfalarda Sultan’ın savaştan çekindiğini vs. yazan yazar, birden bire ordusuna çok güvenen bir sultan portresine geçiş yapmıştı: şaşırtıcı geldi bu bana. Fakat tarihi kaynaklarla desteklediği bu bölümde, sultanın “işlediği bu günahtan dolayı” Allah’tan af ve mağfiret dilediğini aktardı.

MALAZGİRT SAVAŞI’NDA BİZANS VE TÜRK ORDUSU’NUN SAYILARI NE KADARDI?

Merak edilen sorulardan bir tanesi de buydu; hani bazıları 1 e 10 katımız olduğunu söyler Bizans’ın… Fakat yazarın aktardığı tarihi kaynaklara bakınca da, o dönem tarihçileri arasında bile itilaf olduğunu görüyoruz. “Bizans’ın ordusu hakkında “dağlar kadar büyük” ve “deniz kumu kadar asker” cümleleri, tarihçiler tarafından kullanılsa da tam sayı verilemiyordu. Orduda Got, Bulgar, Rum, Rus, Oğuz, Kıpçak, Peçenek, Gürcü, Çerkez, Abhaz, Fars, Hazer, Frank, Norman, Hristiyan Arap, Zenci ve Ermeni gibi çeşitli etnik ve dinsel topluluklara mensup askerler bulunuyordu. Bu kocaman ordu içerisinde ayrıca olası galip gelinecek savaş sonrası Müslüman topraklar arasında kendilerine pay verilecek olan kont, duks ve bıtrîk’lerinde yer aldığı asilzadelerde bulunuyordu. Özetle dönemin şartları düşünüldüğünde Bizans ordusu, büyük bir askeri gücü yansıtıyordu.” diye yazıyordu yazar bu tarihi bilgileri; bana göre Bizans ordusu her halükarda 150 bin civarındaydı. Buna kaçan Roma askerlerini ve imparatorun savaş alanına ikiye böldüğü askerlerle gelmesini katarsak, savaş alanında ortalama 75 bin asker olduğu yorumunu yapabilirim.

Selçuklu hakkında tarihi kaynaklardan bilgi verdikten sonra yazar “Sultan’ın ordusunun sayısı hakkında da çeşitli rivayetler vardı; fakat tüm bilgiler bir araya getirildiğinde Malazgirt’te asker sayısının “Türk ve Kürtler ’den müteşekkil” olmak üzere 50 binden az olmayacağı ve 60 bin civarlarında olabileceği söylenebilir.” notunu düşüyor. Burada akla hemen şu soru geliyor: Türkler ile Kürtler Malazgirt’te yan yana mı savaştı? İşte güzel bir konu…

malazgirt-savasi

MALAZGİRT SAVAŞINDA TÜRK ORDUSUNDA KÜRTLER VAR MIYDI?

Malazgirt Savaşı’na katılan Kürtler ’in sayıları ne kadardı? Selçuklu ordusunun ne kadarlık bir kısmını teşkil ediyorlardı? Zaferin kazanılmasında nasıl bir katkıları oldu? Malazgirt Savaşı’nı Türkler ile Kürtler birlikte mi kazandılar? Buna kısaca şu şekilde cevap veriyor yazar kitabında: “Türkler ve Kürtler, hiç kuşku yok ki “Ortadoğu coğrafyasında yaşamakta olup Selçukluların yüksek siyasi hâkimiyetini tanımakta olan sair kavimlerle beraber ve aynı saflarda” devrin İslam dünyasını temsil eden Selçuklu ordusunda omuz omuza savaş veren Müslüman kardeşler olarak Malazgirt destanını birlikte yazmışlardır. Özellikle savaşa hem maddi hem de insani güç olarak katkıda bulunan Mervani Emirliği’nin ismini anmakta fayda var.” Mervanilerin ilk başta yan çizdiklerini, padişahın gazabıyla karşılaştıklarını da ekleyelim.

BİZANS ORDUSUNDA TÜRKLER VAR MIYDI?

Tarih kitaplarımızda hep yazar; “Bizans ordusunda Türkler vardı, savaş sırasında Selçukluya geçerek savaşın kazanılmasını sağladılar” gibi sözler… Yazar, mantıklı bir şekilde bu soruya da cevap aramış. “Bizans ordusunda Frank, Alman, Norman ve Varank gibi etkin kökenli askerlerin yanında Oğuz ve Peçenek Türkleri’nden meydana gelen birliklerde vardı. Romanos, 1070 ve 1071 yılının kış aylarını savaşa hazırlanarak geçirerek tarihin çok fazla şahit olmadığı büyüklükte bir ordu hazırladı ve yola çıktı. Yanında kendisine sığınmış olan ünlü bir Selçuklu şehzadesi de vardı.” Vay! Sürprize bak; bir Selçuklu şehzadesi. Osmanlı döneminde de benzer şeylerle karşılaşacağız. Bu bize devletin bekasının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bizans ordusunda Türklerin olduğuna dair bir yazı daha “Romanos’un ordusunda yok yoktu! Türk soylu ücretli Uz ve Peçenek birliklerini komuta merkezinin sağına ve soluna konuşlandırıp diğer askerleri ön ve arka cephelere yerleştiren, ayrıca Hatap ve Vasilak isimli Ermeni komutanlarını da hücum birliklerinin kumandası ile görevlendiren İmparator görkemli kıyafetleri ile altın tahtına oturmuştu.” kitapta yer alıyor. Burada dikkatimi çeken, Ermenilerin olmasıydı! Ermeniler daha Anadolu’ya ilk girdiğimiz andan itibaren “tarafını” seçmiş gibi gözüküyor!

Fakat ilginçtir; kitapta Bizans imparatorunun Ermenilere karşı iyi “düşünceler” beslemediği yazılıyordu: “İlginçtir; Romanos, sadece Müslümanları yok etmeyi düşünmüyordu: aynı zamanda Ermeni mezhebini de dünya üzerinden kaldırma konusunda ısrarcıydı. Romanos, Sivas’tan ayrılırken Ermeni rahipler arkasından beddua ediyordu. Bizans İmparatorluğu her zaman Ermeni mezhebine karşı kuşkucu politika izlemişti.”

İlköğretimden yükseköğretime kadar okullarımızda verilen Tarih derslerinde anlatılan Malazgirt Savaşı ile ilgili “değişmez” kurallardan bir tanesi savaş sırasında Bizans ordusunda yer alan Türk askerlerin çatışmanın hemen sonrası saf değiştirerek Selçuklu ordusuna katılmasının, savaşın kazanılmasında büyük rol oynadığı hakkındadır. Bizans ordusunda Peçenek, Bulgar, Oğuz ve Kıpçak gibi Türk boylarına mensup askerlerin olduğuna dair şüphe yoktur. Fakat yazar son tahlilde su sonuca varıyor: savaş sırasında bu “taraf değiştirmenin” savaşın sonucuna doğrudan etki etmiyor! Bunu destekleyen tarihi kaynakları dile getirerek, kendi yorumunu ekliyor: ona göre savaş esnasında değil, savaş başlamadan meydana gelen bu taraf değiştirmenin savaşa doğrudan etkisi yok; bunun yanında savaş sırasında bu Peçenek ve Oğuzların büyük çoğunluğu Bizans saflarında savaşmaya da devam ediyor. Yani bu tespitler, ilköğretim kitaplarında bize anlatılanların “abartıldığını” gösteriyor. Peki, gerçek bu mu? Yazar ermeni, Bizans ve modern tarihçiler ile son dönem dergilerde yayınlanan makaleleri kaynak göstererek bu sonuca varıyor: aksini iddia etmek için zamanda geri dönmemiz gerekecek! Ben bu işin psikolojik tarafıyla yazarın ilgilenmemesini eksik buldum; zaten “kibir” dolu bir giriş yapan Bizans Kralı ve ordusunun, ordudan ayrılanları görünce psikolojik olarak çökmesini de hesaba katması gerekirdi diye düşünüyorum. Bir de karşı taraf açısından bakmak lazım; rakibinden oyuncular sana geliyor, daha da güçlü saldırmaz mısın? Bunları hesaba katmalıydı yazar…

MALAZGİRT SAVAŞI’NIN SONUCU

Malazgirt savaşı sonucuna Alparslan galip gelmiş, Bizans imparatorunu esir bile almıştı. Kitaptan aldığım notlarla açıklarsak:

“Malazgirt Savaşı sonrası Bizans İmparatoru serbest bırakıldığı gibi, bir antlaşma da yapılıyor. Bu antlaşma ile Bizans siyasal anlamda bir Mervani Emirliği düzeyine indiriliyor, bir takım yükümlülüklerle bir anlamda hukuki olarak bağımsızlığını yitirerek Selçuklulara tabi oluyordu. “

“Bizans İmparatoru’nu savaş esnasında bir kölenin esir aldığını tarihi kaynaklarda yazılır. “Köle” kelimesinin o dönem açısından “memlûk” kelimesine karşılık olduğunu da eklemekte fayda var. Romanos’u esir alan köle, ordunun önemli vurucu gücü olan gulamların liderlerinden Sadüddevle Gevherayin olduğunu tarihi kaynaklar bize aktarmıştır. Sultan Alparslan, Bizans imparatorunun esir alındığı haberi sonrası bunun gerçek olduğunu teyit etmek istemiş, bu amaçla daha önce Bizans imparatoruna elçi olarak gönderdiği elçilerin içinde yer alan Şadi’yi görevlendirmişti. Bazı kaynaklarda “Rum” asıllı olduğu da yazan bu köleyi Sultan Alparslan “ne dilediğini” sorduktan sonra has adamlarından biri yaparak isteği doğrultusunda Gazne’nin yönetimini de verecektir. “

MALAZGİRT SAVAŞININ ÖNEMİ

  • Bizanslıların Malazgirt’teki mağlubiyeti Anadolu’daki Bizans iktidarının çöküşünün doğrudan ve dolaysız nedeniydi.
  • Malazgirt’te ilk kez bir Bizans İmparatoru Müslümanlar tarafından esir alındı. (ve son kez) Kitapta İbnü’l Adîm dan alıntı yapılarak Malazgirt savaşı hakkında “İslam dininin doğuşundan beri böyle bir zafer görülmediği gibi, daha önce herhangi bir Bizans imparatoru tutsak da alınmamıştı.” ifadesini paylaşıldı.
  • Sultan Alparslan’dan önce hiçbir Türk hükümdarı Fırat’ı geçmemişti.
  • Kitaptan bir bilgi daha: Ünlü yazar Peter Charanis Malazgirt savaşı hakkında “Küçük Asya’nın ve uzun vadede yüzyıllar boyunca da Yakındoğu’nun kaderini belirleyecekti.” İfadesini kullanmıştı.

SONUÇ

Malazgirt savaşı Türk tarihi açısından çok önemli bir savaş olduğu aşikâr; hatta ne zaman bir filmini çekeceğiz diye düşünüyorum. Diriliş Ertuğrul sonrası, yapım ekibinin bu konuya el atacağını duyduğumda sevinmiştim. Yine de kitabın yazarının sözleri ile sonucu bağlayalım: “İslam dünyasının modern dönemlere uzanan tarihi Selçuklularla başlamıştır. Dandanakan Savaşı’nda Gaznenilere karşı kazandıkları önemli zaferle Sünni kavrayışı benimsemiş siyasi bir güç olarak ortaya çıkan Selçuklular, kısa sayılabilecek bir sürede İslam dünyasının geleceğini belirleyen bir devlet olmuşlardır. Peter Chananis’in sözünü de hatırlayarak Malazgirt Savaşı hakkında 1071 ile başlayıp 1453 yılında Osmanlı’nın İstanbul’u fethiyle sona erecek tarihsel süreci bir bütün olarak değerlendirmek gerekir.”

KİTABIN DİL VE ANLATIM ÖZELLİKLERİ

Anlatımı genellikle çok yavan, sıkıcı. Belki de tarihi bir kitap olduğu içindir?  Cümleler uzun ve bazen devrik. Bizans İmparatoru’nun ilerlemesini anlatırken, sanki Bizans’ın bu kadar hata yapmasına üzülmüş gibi bir anlatım kullanmasını ilginç buldum. Yazar bu cümlelerini yazarken Romanos’a “sen bunları nasıl yaparsın, bu kadar hata nasıl yapılır” diyen bir Bizans şehirlisi gibiydi… Sanki Bizans’ın hatalarına üzülmüş gibi anlatıyordu olayları; belki de Malazgirt’in bu kadar büyütülmesini ve tüm başarının Alparslan’a yıkılmasının hata olduğunu düşünüyordu yazar… Umarım ikincisidir! Objektif olmak isterken hataya düşmüş olabilir. Bazı yerlerde yaşanan tarihi savaşı bir Bizans tarihçisi edasıyla anlatıyor gibi geldi bana. Yazar, Sultan ile ilgili portre çizerken çok başarılı ve kahraman bir siluet çizmek yerine basit ve sıradan bir insanmış hüviyetinde gösterme çabasına girdi kitabı boyunca: fakat aynı şeyi nedense Bizans İmparatoru için yapmadı. Romanos’u daha çok “şanssız” bir lider olarak gördü.

KİTAPTAN BAZI SÖZLER

Tarih yazılıp bir kültür ve şuur kaynağı olmadıkça, toprak altında kalan kıymetli madenler gibi hiçbir mana ifade etmez. “ – Osman Turan

Yaltakçıların fikirlerine daha çok değer veren İmparator, yanındaki askerlerin çokluğuna güvenerek düşman üzerine yürüdü.” – Bryennios

Dönem tarihçisi Aristakes savaş hakkında şu yorumda bulunuyordu: “ İmparator, yeryüzündeki hiçbir kralın kendisini mağlup edemeyeceğine inanıyordu. Fakat peygamberin, kralların, zaferleri askerlerinin çokluğundan dolayı ya da güçlerinin büyüklüğünden dolayı değil, Tanrı’nın sağ eli ve silahı olmakla kazanabileceklerine dair sözlerini unutuyordu.”

KİTAPTAN ALDIĞIM DİĞER NOTLAR:

Akritai: Bizans ordu sisteminde, Latin seferinden sonra, İznik’e yerleşen hanedanın kurduğu sınır koruma teşkilatlarının adı. Osmanlı imparatorluğunda bu kurum “Akıncılar” adı altında benimsenmiş ve uzun yıllar etkili bir şekilde kullanılmıştır. Vergi vermezler ve yağmaladıklarını da paylaşmak durumunda değillerdir. Bu onlara sinir ötesinde istedikleri gibi hareket etme imkânı tanır ve komşu ülkeyi sürekli taciz eden bir gerilla ordusu tarzı yapılanmaya karşı asker bulundurmaya iter. Etkili bir sinir koruma ve genişletme yöntemidir. Fakat merkezi otoriteden hem mesafe hem de yaptırım yönünden uzakta kaldıkları için, taraf değiştirme olasılıkları yüksektir. Bu sebepten, zamanla bu sistem terkedilmiştir.

Mir’atü’z-Zaman: Selçuklu tarihi bakımından büyük bir boşluğu dolduran bu eserde, XI. yüzyıl Türk dili yönünden de (özellikle kişi adları) dilcilerimizin üzerinde çalışma fırsatı bulabilecekleri değerli malzemeler bulunduğu gibi, eski Türk törelerinin (evlenme ve yas törenler, giyim–kuşam, yeme–içme, dini inançlar ve özellikle sultan, şehzade, emir ve Türkmen Beylerinin çeşitli olaylar karşısındaki davranışları vs. gibi) devamını gösteren birçok örneklerin tespiti de yer almaktadır. Bütün bunlardan başka Selçuklu devlet teşkilatı, devletin dini, iktisadi ve kültür siyaseti, Türk hâkimiyet anlayışı, Halife–Sultan, Sultan–Vezir ilişkileri hakkındaki kayıtlar veya bu konularla ilgili olarak anlatılan çeşitli olaylar, gerçekten eşsiz birer tarihi belge niteliğindedir. Yazarı Ali Sevim’dir.

Selçukname: Selçukluların Anadolu macerasına ait sınırlı sayıdaki kaynaklar arasında İbn Bîbî’nin Selçuknâme adlı eseri önem itibarıyla ön sıradadır. Tarih sahasında XX. yüzyılın önemli âlimlerinden birisi olan Mükrimin Halil Yinanç tarafından muhtasar olarak ve orijinal üslubuna sadık kalınarak Farsçadan Türkçeye çevrilen eser Anadolu Selçuklularının sosyal ve idarî hayatına ait pek çok kıymetli bilgiyi içermektedir.

El-Kamil Fi’t-Tarih: Ali İbnü’l-Esîr, en büyük eseri Al-Kamil fi al-Tarikh kitabını 1230 – 1231 yılları arasında Musul’da yazmıştır. Kitabında ara sıra, kurucusu İmadeddin Zengi olan Zengiler, 12. ve 13. yüzyıllarda Kuzey Irak ve Suriye’de Selçuklu atabeyleri olarak hüküm sürmüş bu hanedanının önemini açıklar. Ayrıca bu eserinde 1099 yılında haçlılar tarafından Kudüs’ün kuşatılmasından ve onların Kudüs’teki bir dağdaki Mescid-i Aksa ‘ya saldırıları sırasında on binlerce Müslümanın öldürüldüğünden bahseder. Ayrıca Gazalî’nin öz geçmişini içeren temel kaynak eserdir.

  • 0
    alk_lad_m
    Alkışladım
  • 0
    sevdim
    Sevdim
  • 0
    e_lendim
    Eğlendim
  • 0
    _rendim
    İğrendim
  • 0
    be_endim
    Beğendim
  • 0
    be_enmedim
    Beğenmedim
Paylaş
İlginizi Çekebilir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir