Beyazıt Akman’ın yeni romanını okumaya devam ediyoruz. Sırada Osman: Savaş adlı devam kitabı var. Bu kitap ilkinin tamamlayıcısı olmasının yanında ilkine nazaran daha fazla aksiyon, heyecan içeren bir hüviyete sahip. İlk kitap olan Osman: Aşk “Şıp!… Şıp!…” sözleri ile başlarken ikinci kitap Osman: Savaş “Şap!… Şap!…” diye başlıyor. Her iki kitap ithaf edilen kısmında “Büyük Türkiye için…” yazılmış; bu açıdan bakıldığında aklımdan geçen bazı şeyler oldu. Mesela yazarla güncel ve tarihi konular hakkında siyasi bir konuşma yapmak isterdim fakat şurası kesin: yazar kendi düşüncelerini diğer kitaplarına nazaran bu kitapta yer vermiş diyebilirim. İyi de etmiş! Yine belirteyim: bu yazımda yer alan birçok cümle, romandan alıntıdır. Daha fazlası için lütfen kitabı okuyunuz! Ve bu yazımın da çok uzun olduğunu bilerek, sabırla okuyunuz…
Osman Bey’in görmüş olduğu rüyalara farklı anlamlar yüklemeye çalıştım diyebilirim; mesela rüyasını anlatırken kurulan “Sakarya kan akıyor… Osman bu kan nehrinin içine batıyor. “ (s. 13) cümlesi bana Osmanlı saltanatı kaldırılmadan önce yapılan Kurtuluş Savaşı’nda yaşananları hatırlattı. Tarihi bilenler bilir; Sakarya savaşı bizim son savunma savaşımızdır. Ülke olarak Sakarya savaşı sonrası tekrar taarruza geçebilmiştik. Hatta kesin olarak doğrulama şansım olmasa da Türk bayrağını simgeleyen ay ve yıldızın kan gölüne dönen savaş meydanındaki yansımasına dair yazılar okumuştum. Bu açıdan bakınca rüya ile bu savaşı mı kast etti acaba yazar sorusunu kendi kendime sordum.
Hz. Süleyman’ın karıncalar konusundaki hikâyesi insanın hamt etmesi, şükretmesi için önemli menkıbelerle, derslerle dolu. “Karıncalar bana Rezzak’ı hatırlatır, Varis’i, Malik-el Mülk’ü hatırlatır… Bir örümcek ağı Hafız’ı ve Basit’i hatırlatır. Bir deve Adil’i, bir sivrisinek Firavunu ve Kahhar’ı hatırlatır. Nerede bir buzağı görsem Hz. Musa aklıma gelir ve onun insanlarına ağlarım. Yılan’da asayı görür, Suphanallah derim. Çekirgeler tufanları; balık, Yunus peygamberi, arılar Hâkim’i söyletir bana. Bir köpekte bile ashab-ı kehfi düşünür düşünür şaşarım.” sözleri inançlı bir insan için çok anlam yüklü. Bu da özellikle hayvanlar âlemi daha doğrusu varlıklar dünyasında insan dışındaki her şeyin nasıl da yaratana şükrettiklerini görmek açısından önemliydi.
Osman: Savaş romanının en önemli yanı günümüze ışık tutmasıydı. Şu sözler ilginçtir: “İnsanlar sanıyor ki Konya’yı Moğollar bitirdi. … Hayır, Moğollar sadece ölümcül yumruğu vurdu. Konya’yı bitiren yöneticilerin adaletsizlikleri, şatafata düşkünlükleri, İran özentileri, kendi kimliklerini unutmalarıydı. Şehir içerden çürümüştü. Moğollar, Allah’ın gazabından başka bir şey değildi.” (s.60) Bu cümleyi okurken her virgülde aklıma değişik dönemler geldi; peki sahi biz de çürüdük mü? Bu cümlenin devamında yazar, Rad suresinin 11. Ayetini roman karakterinin ağzından bize haykırdı: “Bir kavim kendini bozmadıkça Allah onları bozmaz.” (s.61) Çok düşündürücüydü. Tüylerim diken diken oldu.
Mihal’in şövalyelik konusunda “bizi aydınlatan” ve şövalyelere olan nefret duygumuzu daha da artıran anlatımını keşke daha fazla kişi okuyabilse diyorum. “Şövalyeliğin, seks ve şiddetle nasıl yoğrulduğunun tarihi… Frenk ülkelerinin en önemli şövalye tarikatlarından bir tanesinin adı Jartiyer Şövalyeleri’dir. Bu, belki de en köklü, en eski şövalye birliğidir. Adlarını da bildiğimiz jartiyerden, kadınların basenlerine kadar çıkan çoraplarını tutmak için taktıkları aksesuardan alırlar.” (s.95) sözlerini sizlerle paylaşmak istiyorum ama tabii ki romanda devamı da var! Bunun yanında şövalyelerin görülmeyen yüzlerini anlatmaya devam eden Mihal, bize Sör Gawain’den bahsetti: “Gawain, diğer pek çok macerasında kadınlara tecavüz etmekten ve düşman bildiği kadınları yatağında ‘cezalandırmaktan’ da geri durmaz! Âşık ve romantik Gawain mi yoksa tecavüzcü ve sapık şövalye mi? Kararı siz verin!” sözleri ile adeta meydan okuyor yazar, şövalye güzellemesi yapanlara… Devamı da var: “Frenk savaşçıları uçkurlarına o kadar düşkünler ki, Hristiyan din âlimi Yüce Aquinas orospuluğun bir zorunluluk olduğunu söylüyor. Nasıl ki bir tüm şehrin dışkı kokmaması için lağım çukurları gerekli, aynı şekilde fuhuşun tüm şehre yayılmaması için kerhaneler de bir zaruret ona göre! Kral Arthur’un sarayında, sadece iffet sahibi bir kadının giyebileceği büyülü bir pelerin ortaya çıktığında saraydaki leydilerden hiçbirinin ileri çıkmaması ne kadar da üzücü…” sözleri o dönem şövalye kültürünün geldiği ahlaksızlık boyutunu gözler önüne seriyor! Mihal’in en az keskin kılıcı kadar öldürücü olan bu anlatımı bitmiyor tabii ki: “Şövalyelerin atası Büyük Şarl’ın büyükbabası Şarl Martel bir piçti. İngilizlerin en büyük krallarından William da anne babası onu doğurduklarında evli değillerdi. 1. Henry’nin iki düzine evlilik dışı çocuğu olduğunu söylerler ki bunların pek çoğunu kilisede piskopos yapmıştır! Fransızların II. Philip adlı kralının da karısını beğenmeyip başka kadınlarla girdiği ilişkilerden pek çok çocuğu olduğunu herkes anlatır. … Bizans’ın en meşhur imparatoriçelerinden Theodara, Hipodromdaki bir ayı yetiştiricisinin kızıydı ve kariyerine sahnede başlamıştı.” (s.98) Bu sözleri ilk kez duydunuz değil mi? Avrupa’da oturduğu yerden Osmanlı padişahlarının haremine çatan zevksiz ve anlayışsız tarihçilerin son paylaştığım tarihi bilgiler konusunda ne düşündüklerini merak ediyorum! Bu Theodara’nın özellikle Yeşilçam’ın ünlü Battal Gazi ve türevlerinin olduğu filmlerde gördüğümüz “Gündüz imparatoriçe, gece dansöz” olan kadın olarak anlatıldığını hatırlayanlar oldu mu peki? Mihal şövalyeler hakkındaki sözlerine şöyle devam ediyor: “Sakın aldanmayın! O yumuşak kadifelerin ve renkli ipeklilerin ardında, göz kamaştıran taşlarla süslü taçların ve pahalı tuniklerin altında kandan başka bir şey yok. Parlak zırhlar, altlarında yatan çirkinliği saklamaya yetmiyor!” (s.99) sözleri ile tam on ikiden vuruyor! Alkış?
Dedim ya: Osman romanının en önemli yanı günümüzde yaşananlara çok iyi ışık tutması, okuyucuyu düşündürmesiydi. “Kardeş kavgasının tek kazanının batılılar olduğunu hiçbir zaman unutmadım. Derler ki Türkün Türk’ten başka dostu yoktur. Müslüman, Müslümanın kardeşidir! Doğrudur. Ama doğru olan bir şey daha vardır ki o da en büyük düşmanlarımızın yine kendi içimizde olduğudur. Düşmanlarımızı iyi tanımalı, silahlarımızı iyi seçmeliyiz.” (s. 518) sözleri alınması gereken derslerle dolu bir cümle olarak karşımıza çıkıyor.
İlk kitapta olduğu gibi ikinci kitapta da ilginç ve öğretici/genel kültür artırıcı bilgilerin olması hoşuma gidiyordu. Hep merak etmişimdir; neden Türkler her yere at ismi, koyun ismi falan vermiştir diye. Cevabı romandan okuyalım: “Pek çok aşiretin adı ya da damgası keçi ve koyun adlarından oluşuyor. Karakeçiler, Sarıkeçili, Karakoyunlu, Akkoyunlu aşiretleri bunların önde gelenleri… … Dere tepe dağlara da hep bu hayvanlarla ilgili isimler koymuşlar. Teke dağı, Çobanpınarı, Çobançeşmesi gibi… Koçun inadını, koyunun mazlumluğunu ve keçinin yokuş çıkmadaki kararlılığının hepsini Türklerde bulmak mümkün.” (s. 252) Bizim Türk toplumunun ata olan bağlılığını da yazar aktarmadan geçmemiş: “Eski Çin Kroniklerinde Türkleri ‘atları ve yüksek tekerlekli arabaları ile suları ve otları takip ederek yaşayan millet’ olarak tanımlanmasına şaşmamaları.” (s. 253) Tabii bunları bize Marko Polo’nun ağzından aktarıyor yazar; zaten ünlü seyyah dönemin siyasi ve sosyal durumuna dair birçok bilgiyi bizlerle paylaşıyor. Sağ olsun! Tarihi bilgiler bunlarla sınırlı kalmıyor: “Doğu’da taş atan ilk tahta düzeneği yapanın Babil kralı Nimrod olduğu söylenir. … Ona ‘Nemrut’ diyorlar. “ (s. 337) sözleri güzel bir genel kültür bilgisi olarak karşımıza çıkıyor. Devam da ediyor: “Peygamber Muhammed’in 7. Asırda Taif kuşatmasında taş atan aletleri ustaca kullandığına dair pek çok elyazması kitap okudum. Türklerin elinde sırf bu konu üzerine yazılmış Kitab el-Manancınık adını taşıyan yarım düzine kitap var.” (s. 339) sözleri, kuşatmalarda kullanılacak silahların ne kadar önemli olduğunun yanında bu savaşlar hakkında ne kadar az bilgi sahibi olduğumuzu da haykırıyor bizlere… Osman Bey’in yaptığı “kara Boğa” adlı silah içinse şu sözler kullanılıyor romanda: “Türkler, Moğolların yıkım gücünü, Çinlilerin inadını ve Müslümanların zekâlarını ustaca birleştireceklerdi.” (s. 342) Osman Bey’in yeni bulduğu bu yeni silah, Newton’un yerçekimini bulduğu ünlü hikâyedeki gibi “Elma’nın” çok önemli katkısı ile ortaya çıkmıştı. Enteresan gelebilir.
Yunus Emre ve Marko Polo romanımızın en önemli iki karakteri tabii ki; fakat romanı okurken acaba bu isimler Osman Bey ile karşılaşacak mı? Bir araya gelecekler mi? Sorusunu kendi kendimize sorduk doğal olarak. Hani, romanda bile olsa böyle bir olasılık insanı heyecanlandırmaya yetiyor. Bu sorunun cevabını vermek yerine, kitabı okumanızı tercih ediyorum.
Gelelim kitabın en sürpriz olayına: ilk kitapta haşhaşinlerin devamı olan örgütün başında bulunan insanın okuyucu da Fethullah Gülen izlenimi yaşattığını ilk kitapla ilgili yazımda belirtmiştim. Kaldı ki örgütün lideri olan adamın “Uzun adam…” cümlesi sonrası aklımda soru işaretleri olmuştu: acaba Recep Tayyip Erdoğan kitapta zikredilir mi? İmkânsız gibi gözükse de bunu yazar bir şekilde başardı: bunu da Osman Bey’in bir rüyası ile okuyucuya muazzam bir şekilde aktardı. Osman Bey’in rüyasında babası ile konuşup hem Türk soyunun eski liderlerini hem de kendinden sonra gelecek olan padişahları gördüğü an da aynen şu cümleler yazıyor romanda: “… Sonra daha yüksekte, çok daha uzakta, dağın yamacında duran üç kişiyi işaret etti. ‘Bunlar da senin bayrağını yerden kaldırıp tekrar taşıyacak olanlar’ dedi. ‘Adnan, Turgut ve şu en üstteki Recep.” (s. 149) Bu cümleler ile R.T.Erdoğan’ın ismini romanda ilk kez görmüş olduk. Aslında Osmanlı sonrası cumhuriyet tarihimiz incelendiğinde yazarın bu isim tercihlerinde bulunması zaten doğru bir tercih: Turgut Özal ve Adnan Menderes’in Osmanlı konusundaki çalışmaları biliniyor; son dönemde R.T.Erdoğan’ın da özellikle Osmanlı ile ilgili önemli savaş ve başarıları etkinlik düzeyinde milli bayramlar seviyesinde kutladığını da biliyoruz. Osmanlıca kursları da onun döneminde açıldı, fetih kutlamaları hiç olmadığı kadar şaşaalı yapılıyor, Küt’ul Amere savaşı tekrar kutlanılmaya onun döneminde başladı. Bu örnekler artırılabilir. Bu açıdan yazarın romana böyle bir ekleme yapması hoş olmuş diyebilirim. Fakat romanda R.T.Erdoğan bu kadarla kalmıyor; örneğin Osman Bey’in bir bölümde “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz.” (s. 276) sözleri beni hem gülümsetti hem gururlandırdı! Bu arada Osman Bey’e romanda askerleri “Reis” diye hitap ediyorlardı, bunu da belirteyim! : )
Roman finali 1302 Bafeus (Yalakova) Muharebesi ile tamamlıyor; bu tarihimiz için önemli olan savaşı yazar en gerçekçi haliyle okuyucuya aktarmayı başarıyor. Bazı tarihçilerin bu önemli savaşın, Osmanlı’nın kuruluşu olduğunu söylediklerini de ben ekleyeyim. Romanda “22 Temmuz 1302 sabahı yeryüzünün tüm orduları Türklerin Yalakova, Rumların Bafeus dedikleri yerde Osman’ın karşısında cephelenmiş gibiydi.” (s. 430) sözleri ile savaşı okumaya başlıyorduk. Savaş esnasında İmparatorluk ordusunun yapılanmasından (Akiratai Şövalyeleri, Katolik bölüğü vs. ) ve savaş düzenlerinden de haberdar oluyoruz. İmparatorluk ordusunun askerlerinin şaşalı yapıları ve kendilerine olan aşırı özgüvenleri de çok iyi aktarıldı diyebilirim. Savaşın sonucunda Osman Bey’in “Ben ve yoldaşlarım Karacahisar’da bir adiyi, Bilecik’te bir caniyi, İnegöl’de bir vahşiyi devirdik. Yalakova’da koca bir imparatorluğu Allah’ın inayetiyle alt ettik. İkiyüzlüleri, hainleri ve riyakârları Allah’ın izniyle yendik.” (s. 517) sözleri ile yaşadıklarının kısa bir özetini yaptı diyebiliriz. Burada “ben ve yoldaşlarım” demesi ise bana göre çok önemlidir.
Kitapta çok da az olsa yazım hataları, ikilemeler vardı fakat genel itibariyle Türkçe açısından iyi bir eser vardı elimizde. Özellikle imla kurallarına çok aşırı uyulmaya çalışıldığını fakat çok az yerde hata yapıldığını (fazla ayrıntıya girildiği için herhalde) söyleyebilirim. Yazarın diğer iki kitabını Fatih Sultan Mehmet ve 2. Bayezid dönemlerinde yazdığını biliyoruz; bu kitabında o padişahların isimlerini de sık sık okuduk: “Bir gün elbet ben de ölürüm. Ama başka bir Osman doğar. Bağrında dava ateşi yanan, adalet ve özgürlük için savaşan, dertli bir Osman… Bir Mehmet, bir Bayezid doğar elbet…” (s. 520) buna örnek gösterilebilir. Kitabın son bölümünde yazar Beyazıt Akman yine rol alıyor: son cümlesinde Ankara’dan bir telefon geliyor ona (keşke Amerikan marka bir telefon markası seçmeseydi mi dedim kendi kendime) fakat kim olduğunu biz bilmiyoruz: acaba kim aramıştı, yazar kimin aramasını hayal etmişti? Kitabın birçok yerinde “Ben, Osman” – “Ben, Yunus” – “Ben, Mihal” gibi bölümleri okumuştuk; son kısımda ise “Ben, Beyazıt” yer alıyor. Bu kısımda yazar romanı yazış serüvenini anlatıyor. Anlatırken okuyucuda oluşabilecek olası soru işaretlerine de yer veriyor. Bu kısımda da altı çizilecek önemli yerler vardı. “… Barbar Türkler ve harem odalarına hapsedilen Osmanlı algısı gırla gidiyordu. (Türkiye’ye döndüğümde bu yapımların ve eserlerin gönüllü sömürgecilik edercesine kendi sanatçılarımız tarafından akıl almaz bir şekilde işlenmesine hazinle tanık olacaktım!) Müslümanlık, eski zamanlarda ilkelliğin, modern çağda ise teröristin eşanlamlısından öteye gidemiyordu.” (s. 525) sözleri çok önemli tespitler içeriyordu. Osmanlı padişahlarını hareme hapseden dizilere olan tepkilere rağmen en çok izlenen yapım olması, kendine Müslüman diyenlerin her türlü radikal eylemin içerisinde olması günümüzün en büyük sorunlarından bazılarıydı. Kitabın günümüzde olan bağına bende dikkat çekmiştim; yazar da bu bağı “Kuruluş dönemini araştırdıkça günümüzle olan benzerliklerini hayretle keşfediyor ve kararımın ne kadar isabetli olduğunu görüyordum. Artık işin çapı da büyümüştü; bu, artık Yeni Türkiye’nin mücadelesinin de bir hikâyesiydi. Büyük Türkiye’nin inşasına giriştiğimiz şu günlerde yeni bir imparatorluğun kuruluşundan öğreneceğimiz çok şeyimiz var.” (s. 526) sözleri ile net bir şekilde yazar açıklıyordu. Bir okuyucu olarak ben, her satırda günümüz ile bağ kurabildim diyebilirim: hem kendimle hem çevremizle hem coğrafyamızda olanlarla alakalı izler bulabiliyordum. Yazarın bu sözleriyle “Yeni Türkiye” tanımına katkıda bulunmak istediğini, desteklediğini de görüyoruz.
En son kısımda Dünyanın ilk günü romanından da bir bölüm verilmiş. Tekrar okuyası geliyor insanın! Yine de üç bin sayfayı bulan Osmanlı Klasik Çağı Üçlemesini bitirmiş bulunuyorum. İyi ki okudum. İyi ki Beyazıt Akman ile tanıştım. İyi ki tarihimizi en güzel şekilde anlatan yazarlar var. İyi ki Osmanlı var. İyi ki bu yazılanlardan ders alabiliyorum.
Herkese iyi okumalar.
OSMAN: AŞK ROMAN KARAKTERLERİ TAHLİLİ
Aya Nikola: İlk kitap da fazla karşı karşıya gelmeseler de Osman Bey’in en önemli düşmanı idi. İnegöl Tekfuru olmasının yanında “Tekfurların tekfuru” unvanını taşıyor, aynı zamanda kendini İmparatorluğun varisi olarak da görüyordu. Bitinya’nın en güçlü adamıydı. Herakles ile birlikte işkenceleri, sadist ilişkileri ve eğlenceye olan düşkünlükleri ile ön plana çıktılar.
Alexis Herakles: Bitinya’nın önemli tekfurlarından biriydi. Neslinin devamına çok önem veriyordu; 3 kız çocuğu sonrası doğan erkek çocuğunu yetiştirmek adına her şeyi yaptı. Her türlü iğrençliği, caniliği… Yaptığı her işkence, her idam kararı, her gösteriş aslında bir yandan halkına bir yandan da evlenme çağına gelen oğluna ders verme amaçlıydı. Oğlunu, aynı zamanda Orhan Bey’in de âşık olduğu kızla evlendirmek istemiş fakat başarılı olamamıştır.
Orhan Bey: Kitapta kendisini de okuduk. Osman Bey’in oğlu, imparatorluğun kuruluşunda ikinci padişah olacak Orhan’ı gençlik zamanında yaşadığı “aşk” ekseni etrafında okuyoruz. Orhan Bey’in Osmanlı’yı imparatorluk hüviyetine sokma konusunda başarılarını tarihçiler bilir. İlk medresemizin onun zamanında açıldığını da ben ek bilgi olarak buraya yazayım. Fakat bu romanda daha çok Yeşilçam filmlerindeki tipik kurgular gibi Rum tekfurunun kızına âşık, onu kurtarmak için elinden geleni yapan bir genç olarak izliyoruz. Burada Kara Murat’ta babası oluyor tabii ki!
Mihal Kossess: Romanın önemli karakterlerinden biri. Şövalyeler hakkında verdiği bilgiler her okuyucuyu etkilemiştir diye düşünüyorum. Fakat tarihi bir gerçek olarak önemli bir tekfurken neden Osman Bey’in yanında savaştı sorusunun cevabı belki de şu cümlelerde gizli: “Savaşı anlamak, hayatı anlamaktır. Sevgimizi ve aşkımızı anlamaktır. Korkularımızı, gücü, sadakati ve yaşamı anlamaktır. Savaşı reddetmek demek ise haksızlığa göz yummaktır. Savaşçıları lanetlemek huzuru ve barışı lanetlemektir. Nasıl ki karanlık olmadan aydınlık var olmaz, aynen öyle savaşmadan da barış olmaz. Bu, yeryüzünün doğasına, insanın doğasına aykırıdır. Önemli olan savaşın olup olmaması sorusu değil, bu kaçınılmaz. Asıl önemli olan hangi savaşta, hangi safta yer aldığımızdır!” (s. 352) Köse Mihal olarak uzun zaman onu romanda takip ettik; peki Müslüman olduktan sonraki adı? Onu da romanı okuyunca öğrenesiniz. : ) Müslümanlığı kabul etmeden önce, tarafını değiştirdikten sonra ki şu sözleri dikkate değer: “Uğruna savaşmaya ant içtiğim değerleri; zayıfı korumak, zalime karşı savaşmak ve adaleti sağlamak. Bunları yaşatmaya kararlıyım. Ama bu artık Türklerin davası; batılıların değil! Asıl hainler, kendi çıkarları için dini değiştirenler, Hz. İsa’nın mesajını bozanlar ve kiliseyi bir kan makinesi, bir para bankası haline getirenlerdir! Hayır, ben ihanet etmiyorum, tam tersine, özüme dönüyorum…” (s. 515) Bu sözleri de Müslüman olmasının sebebini anlatan cümlelerdi.
Yunus Emre: “Şeyhimin asasını arıyorum ben. Şeyhimin asasını ve dünyanın düzenini yeniden kuracak o insanı…” sözleri ile bu sefer karşıladı bizi. 40 yıl boyunca aldığı “odun” dersinden sonra yollara düşmüş, sonunda Osman’a kavuşmuştu: peki ya asa? Belki de asa, Osman’ın ta kendisiydi. Karınca hikâyelerini asker arkadaşlarıma anlatıp durdum. “Karınca” hikâyeleri, arkadaşın deyimiyle birçok kişiyi “imana” getirebilirdi. Karıncalara dair anlamlı cümlelerin yer aldığı bölümde Yunus’un Osman’a sorduğu “Bir karıncadan ne anlarsın?” sözlerini aynanın karşısına geçip bizim de kendimize sormamız gerekmez mi? Yunus’u okurken daha doğrusu “dinlerken” insan kendini güzel ve hoş bir sohbetin içerisinde hissediyor. Sanki kendi ruhunla konuşuyorsun! Ne kadar zengin (!) olduğunu ise çobanla olan sohbetinde işittiği şu sözlerle anlamıştı: “Benim gözlerim vardır, yetmiş iki rengi seçer, ellerim vardır tutar, ayaklarım vardır basar, ağzım vardır söyler, dilim vardır tadar. Gökyüzünün ışıltılı mavisi benimdir! Yerin yeşili benim için kokar! Nehirlerdeki suyu kana kana içen de benim, şu mis gibi havayı içime çekip can bulan da! Geceleri yıldızlar beni izlesin diye döner, kuzey yıldızı bana göz kırpar, Samanyolu her gece türlü oyunlar sahneler. Gökyüzünde Aslan ve Ayı benim için çarpışır, Avcı’nın omzu benim için kızarır, semalar benim için toz toplar ve yağmur bırakır! Kim demiş ben fakirim diye! Dünyanın en zengin insanı benim!” (s. 229) der ama sadece o mu? Bizim de ne kadar zengin bir insan olduğumuzu yüzümüze yüzümüze vurur, durur: çünkü her şey aslında insanoğlu için yaratılmıştır. Yunus gibi biz de Çoban’daki bu iman ve ihlas derinliğinden etkilenmiştik. Yunus Emre, yolculuğa çıktıktan sonra karşılaştığı her insanla bizlere unutulmaz dersler verirken, kendi heybesini de doldurarak yoluna devam ediyordu. Hani hal böyle olunca, Osman’ın karşısına boş çıkmayacak herhalde diye düşünüyor okuyucu! Bu uzun yolculuğu öncesi şeyhinin ona “Şimdi git asayı bul. … Onu buluncaya kadar da insanlara irşat et. … Asayı buluncaya kadar söyle. Asayı buluncaya kadara anlat… Asayı bulduğun bil ki vaktin dolmuştur.“ (s. 486) dediğini de ekleyelim.
Alâeddin bin Hasan: Romanda onu denizlerde yaşam savaşı verirken buluyoruz. Özellikle Al Rüzgâr adlı atla yaşadığı efsanevi hikâyesi okumaya değerdi. Denizlerde yaşadıkları ile takip ettik onu; denizde fırtınaya yakalanması, denizde kaybolması vs. Yazar romanda “Türklerin efsanelerindeki gibi sudan çıkan bir attı sanki!” sözlerini Al Rüzgâr adlı at için kullandı. Burada Ergenekon’dan bahsettiği okurlar düşünebilir. Fakat yanılıyorsunuz! At, Türk toplumu için çok önemliydi; ta Orta Asya’dan beri: bu yüzden “Türk’ün kanadı” denilen at hakkında birçok efsane var; bunlardan bir tanesi de sudan çıkan at efsanesidir ki Bağdat çevresinde ortaya çıkmış hatta Arap atlarının soyunu anlattığına inanılan bir efsanedir. Alâeddin’in karşılaştığı at da bu efsanedeki atlara benzetilmiştir.
Akuluthos Drako: Osman Bey’in kartalının ölmesine neden olan Rum çocuğu. Büyüdüğünde Varangian denen ordunun başkomutanı olarak Osman Bey’in karşısına çıkmıştı. Adet olduğu üzere kolları yılan ve akrep gibi sürüngenlerin resimleriyle bezenmiş dövmeyle kaplıydı. Kendisinden iki kat olan (uzun boylu bir savaşçıydı) baltasıyla savaş meydanına çıkmıştı. Bu baltaya Dextralion deniliyordu.
Kumral Abdal: Komik karakterimiz, zeki ve sürekli düşünen, çok konuşan bir yapısı var. Fakat en dikkat çekici olan yanı Osman Bey’in bir efsanenin gerçekleşmesine sebep olacağına dair inancıydı. Şu sözlerle anlatıyordu bu efsaneyi: “Karanlık yeryüzünü sardığı zaman, Yıldızlar yere düştüğü zaman, Deryalar kuruduğu zaman, Merhamet unutulduğu zaman, Ateş yeryüzüne hâkim olduğunda, Güneş Hilali doğacak, Ve bir Türk, insanlığa tekrar adaleti getirecek. Atının yelesi alevden, okunun tüyü kartaldan olacak.” Bir efsaneye dayandırılan bu sözleri kullanan Kumral Abdal, Osman Bey’in efsanede anlatılan kişi olduğuna inanıyordu. Fakat romanın geneli açısından bakarsak “atın yelesi alevden” ve “okunun tüyü kartaldan olacak” sözleri, Osman Bey’i iyi özetleyen iki tespit zaten: kaldı ki bu iki tespit içinde çok güzel “sahneler” yer alıyor romanda…
Osman Bey: Kitabımızın ana karakteri ve romana ismini veren Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu. Adaleti temsil etme adına yaptıkları romanda çok iyi anlatılmış. Örneğin Şövalye soruyor: “Neden senin gibi büyük bir savaşçı basit bir esir için canını tehlikeye atsın?” Osman Bey cevaplıyor: “Adalet için savaşmayanlar bunu anlayamaz!” Romanın ikinci kitabında onu savaş meydanlarında daha aktif ve amacına ulaşırken uyguladığı zeki taktikler ile okuyoruz. Osman Bey’in Bektaş-i tekkesine olan efsanevi yolculuğu ise aksiyon filmlerini aratmayacak cinstendi; artısı tasavvufi cümleler ile kalbe de hitap eden tarafının olmasıydı. Romanın başkarakteri Osman Bey olunca, yazarı onun üzerinden eleştirmek daha mantıklı gibi geliyor bana. Bu açıdan bakınca acaba biraz aşırıya mı kaçtı sorusunu sormak gerekiyor: bazı bölümlerde Yeşilçam’ın unutulmaz karakterleri olan Battal Gazi, Kara Murat gibi gözüktü bana Osman Bey; tek başına kale fethetmek, yirmiden fazla şövalyeyi yok etmek gibi… Mihal ise Osman Bey’in savaşını şu sözlerle ifade ediyor: “Osman için savaş bir nefsi müdafaa, bir adalet ve özgürlük arayışıydı.” (s. 351) Yalakova’da düşmanın karşısına çıktığında hissettikleri ise “Osman farkındaydı. Sanki tüm düşmanları, tüm korkuları bugün Osman’ın karşısına çıkmıştı. Haçlılar, Moğollar, şövalyeler, hain Türkler, ateşe tapanlar, putperestler, Katolikler, Ortodokslar, hepsi ama hepsi karşısındaydı. İmparatorluk, Osman’ın gözlerinin içine bakıyordu.” (s. 440) sözleriyle ifade edilmişti. Kuracağı yeni devlet hayalini ise “Sadece Müslümanın değil, Hristiyan’ın, Yahudi’nin, ehl-i kitabın da mutlu ve huzurlu yaşayacağı, hakkını arayabileceği, haksızlığın hesabını sorabileceği bir devlet…” (s. 518) olarak nitelendiriyordu. Aldığı sonucu ise “Hamdolsun, her büyük savaş büyük bir zaferi de beraberinde getirirdi. Çünkü Allah inananlarla beraberdir.” (s. 518) sözleriyle çok iyi ifade ediyordu. Kendini ise “Ben, kökü Asya’ya dayanan, on altı devlet kuran, mazisi iki bin yıl geriye giden, Altay Dağları’ndan Mevaraünnehir’e, Hazar Denizi’nden, Ege’ye kadar sancak dalgalandırmış, medeniyetler inşa etmiş, yenilmez denilen imparatorlukları dize getirmiş bir milletin ferdi, Müslümanların muhafızı, insanlığın koruyucusu, hakkın savunucuyum!” (s. 520) sözleriyle ifade ediyordu. Bu sözler her gencin gururla okuyacağı, tekrar edeceği sözlerdi.
Rabia: Osman Bey’in karısı. Tekfurun emriyle kaçırılmış, bir kiliseye yerleştirilmişti. Fakat bir rahibenin yardımıyla kaçabildi. Rabia ile rahibe arasında geçen diyalogların İslami kültürün üzerinde en çok konuşulan konuları olan Hz. Meryem etrafında geçmesi hem bilgi vermesi hem de bakış açısını düzeltmek adına yararlı oldu diyebilirim. “Hamilelik bir günah değildir, kadınlar Allah’ın yaratma sanatının en büyük ayetleridir…“ (s. 334) sözleri ile kadınlar hakkında çok önemli ve desteklediğim bir cümleyi kullanmasının yanında “İsa Allah katına yükseltildi ve bir gün tekrar yeryüzüne inip ölecek ve herkes gibi ahirette tekrar dirilecek.” (s. 334) cümlesi gibi halen daha üzerinde tartışılan ve ortak bir paydada buluşulamayan bir gerçeğe işaret eden cümlelerde Rabia’nın ağzından okuyucuya aktarıldı.
Marko Polo: Gezginimiz yolculuğuna devam ederken gözlemlerini bize apaçık anlatmaya devam ediyor. Moğollarla yaşadığı dönemde gördüğü insanlık dışı uygulamaları en ince ayrıntısına kadar aktarıyor. Bazı tarihi bilgileri de onun ağzından anlatmayı tercih etmiş yazar. Örneğin Cengiz Han’ın hikâyesi. Çocukluğu gerçekten okunması gereken ilginç ve bir o kadar da tehlikeli biri Cengiz Han. İlk adının “Temuçin” olduğunu öğreniyoruz hatta “oğlan kısa zamanda kendini kanıtlamış olmalı ki ona ‘Cengiz Han’ yani ‘Âlemin Lideri’ unvanını taktılar” (s.72) bilgisi ile karşılaşıyoruz. Marko’nun romanın bu ikinci kitabında daha fazla tarihi bilgi ile karşımıza çıktığını da belirteyim. Fakat bu bilgiler sıkıcı olmaktan uzak, ufku genişleten enteresan ve belki de birçoğumuzun ilk defa duyduğu bilgiler… Marko, Osman Bey’i şöyle ifade ediyordu: “… Sonra bir Türk çıktı. Doğu Roma İmparatorluğu’nun Bitinya ucunda, küçük bir aşiretten, genç bir adam.” (s. 207) Hristiyanlar için kullandığı “ne de olsa biz inancını parayla yoğuran, kiliseleri banka olan bir milletiz…” (s. 510) sözleri anlamlı olsa da acaba “Karakter olan değil de gerçek Marko Polo böyle bir söz kullanmış mıdır?” sorusunu ister istemez kendi kendime sordum. Fakat tespit harikaydı… Yine de sanki okuyucuyla konuştuğu şu sözler “yazdıklarımın gerçek dışı olduğunu düşünen budalalar arsa onlar sadece etraflarına baksınlar ve insanoğlunun yeryüzünde yarattığı harikalara ve vahşete birinci elden tanık olsunlar!” (s. 512) ile beni güldürdü diyebilirim. Tamam, sana inanıyoruz Polo! Gördüklerini, yaşadıklarını “Bir Milyon” adlı kitabında yazacağını da söyleyerek, kitabının reklamını yapmadan da durmuyor! Evet, Marko Polo’nun “Bir Milyon” adlı bir kitabı var mı yok mu bilmiyorum ama Harald Parigger adlı yazar “Marco Polo – Gizemli Kitap” adlı kitabında bir milyon adlı kitabın peşinde yaşanan serüveni anlatır. Bunu da ek bilgi olarak ben vereyim. Günümüzde İŞİD terör örgütü ve arkasındaki dünya devleri ile gerçek Müslümanlar arasındaki ayrımı çok iyi ifade ettiğini düşündüğüm şu cümleleri ise “İnsanoğlu yaşadığı sürece kuleler ve kelleler, parlak şeyler ve insan dışkısı hep yan yana, iç içe olacak. İnsanoğlunun kaderi bu. Birileri hep kelleler kesecek, birileri ise karıncayı bile yaşatmaya çalışacak! Benden asırlar sonra da insanoğlu, şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlerle insan öldürmenin yollarını arayacak. Barbarlar yine barbarlığına devam edecek. Ve bunlara karşı çıkan kahramanlar olacak yine. Bu, yeryüzünün düzeni. Bu, insanoğlunun hem laneti, hem de saadeti!” ışık tutuyor diyebilirim. Marco, dönemin şartlarını, çeşitli milletlerin özelliklerini, sosyal yaşantılarını çok iyi aktarmış.
Yahşi Fakı: Enteresan bir tip aslında; onun sözlerini okurken yan yana olup onu bizzat dinlemek, ondan feyz almak isteyebilirsiniz. Yunus Emre’nin romanda yüklendiği “tasavvuf” yükünü, ikinci kitapta Fakı kardeş de biraz omuzluyor diyebiliriz. Osman Bey ile olan karşılaşmalarındaki konuşmalar, kulağa küpe yapılacak cinsten. Osman Bey’e “uç” un tanımını yaparken kullandığı şu sözler bana göre çok önemliydi: “Kurak topraklar vardır, su bekler. Aç boğazlar vardır, yemek ister. Boş sayfalar vardır, yazılmayı bekler. Adaletsiz hükümdarlar vardır, alaşağı edilmeyi bekler. Şehirler şenlendirilmeyi, tarlalar ekilmeyi, bahçeler çiçeklenmeyi bekler. Köleler vardır, özgür bırakılmayı arzular. Kulaklar güzel seslere, gözler ışığa, tenler şefkatli bir dokunuşa hasrettir. Ucun ötesinde balıklar suya, kuşlar rüzgâra, sürüler çimenlere hasrettir, Osman Bey. İşte bu kaya, sınırdır, Osman Bey. Buradan ötesi fethedilmeyi, Hakk’ın adıyla onurlandırılmayı bekler.” (s. 125) Bu sözleri ile Haçlı sınırına dayanan Osman Bey’e yön gösteren Fakı aynı zamanda Müslüman herhangi birine çok iyi bir ders veriyor belki de… Kaldı ki devamında söylediği şu sözler, yön göstermenin yanında bu yolda nasıl hareket edeceğini de ona nasihatleyen cümleler olmuştu: “Bak savaşçı, bu noktadan sonra savaş değil, gaza vardır; istila değil, fütuhat vardır. Sen öldürmek için değil, yaşatmak için vuracaksın! Senin adalet taşıman için önce kendin adil olman gerekir. Senin fethetmen için önce kendini fethetmen gerekir.” (s. 128) Büyük liderler kolay yetişmiyor ama bu kıssadan hisse bile büyük liderlere akıl-fikir veren zatların ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor. Basiretsiz, yol gösteremeyen bir danışman hangi yöneticinin doğru yolda ilerlemesini sağlayabilir ki? Fakı, bu sözleri kullanırken Osman Bey’e fani olduğunu da hatırlatmaktan geri durmaz; koltuğuna yapışıp kalanların, firavunvari ölmeyeceğini sananların okuması gerekir bu cümleleri: “Her gecenin bir aydınlığı, her kışın bir yazı vardır. Dünyanın değişmez düzeni budur. Gün gelir Oğuz Kağan adaleti yayar koca Asya’da. Gün gelir Alparslan kükreyerek girer Anadolu’ya. Bir Alâeddin yeter Allah’ın adını bu topraklarda yaymaya. Ama o da biter bir gün. Çünkü hiçbir şey sonsuz değildir. Yalnız Allah, Baki’dir. Koca imparatorluklar da gün gelir bir gün yıkılır. Sonra yeniden bir Kut-Alp gerekir yıkımı durduracak, Allah adını tekrar yedi diyarda yayacak bir lider…”
Taci Hatun: Osman Bey’in uzun bir yolculuk sonrası haçlı sınırının sarp dağlarında bulduğu Bektaşi tekkesinin dervişi. Kısa boylu, yaşlı bir hatun. Sözleriyle Osman Bey’e o da gaza yolunu göstermiş, yapması gerekenleri söylemiştir.
Muzalon: İmparator ordusunun kumandanlarından biri. Romanda onu “Muzalon Bizans diplomasini ve ikiyüzlülüğün usta bir uygulayıcısıydı. Bir eliyle zeytin dalı tutarken diğer elindeki hançeri rakibine saplamak için hazır bekliyordu. “ (s. 448) sözleri ile tanımlanmıştı.
Nuri: Tiki vardı. Genç biriydi. Sürekli gözlerini açıp kapıyordu. Osman Bey onu bir kan davasında kurtarmıştı. Bu olay sonrası hep Osman Bey ile hareket etti, onun yanında oldu. Aşçılık konusunda maharetli İlboğa’dan aşçılık ve sofra adabının kurallarını ezberledikten sonra Kardeşliğe kabul edilmişti. Bir süre sonra tikini kontrol etme konusunda başarıya ulaşsa da aşırı heyecanlandığı zamanlarda tiki tekrar ediyor, onu rahatsız ediyordu.
Kürt Ali: Osman Bey’in çıktığı gaza yolunda en önemli yardımı yapacağına inandığı kişi. Kardeşi Sakık ile olan bir sorun nedeniyle Osman Bey’in yanında savaşır. Gümüş Diyar adlı bir bölgede, herkesten, her şeyden uzakta Xelkan aşiretinin liderliğini yapıyordu. Kürtler halen daha hakkında doğru dürüst bir şeyin bilinmediği bir topluluk: kaldı ki kavim mi, ırklar mı hala soru işareti. Fakat Kürt Ali’yi okurken ilginç şeyler, araştırma yapmama da neden oldu. Örneğin “Demirci Kawa’nın ateşte kızaran kılıçları, Nevruz ateşi, Mem u Zin’in aşk ateşi…” (s. 201) cümlesi araştırmaya iten bir cümleydi. Mem u Zin, birbirine âşık ancak kavuşamayan iki gencin öyküsünün anlatıldığı bir halk destanıdır; Ahmed-i Hani tarafından 1692 yılında Kürtçenin Kurmanci lehçesi ile kendi çağının yaşantısına uydurularak manzum eser olarak da yazılmıştır. Daha sonra dizisi, filmi (2 kez) çekilmiş bir halk destanı, ilk defa duymuştum. Demirci Kawa ise Fars şair Firdevs’inin en önemli eseri olan Şehnamede de yer alan, acımasız hükümdarlara isyan eden mitolojik bir kahramanın efsanesidir. Kürtler, İran’ın mitolojik kahramanlarından olan Kawa’yı 2 değişik uyarlama ile günümüze kadar taşımıştır. Nevruz Ateşi ise son dönemde her ne kadar terörist odaklarla beraber ekranlara gelen bir kutlama şekli olsa da Türklerin en eski bayramlarından biri olmanın yanında yeni yıl ya da doğanın uyanışı, bahar bayramı anlamına gelen bir etkinliktir. Kürt Ali’nin kardeşine Sakık isminin verilmesi ise enteresan bir tercih olmuş; aklıma hemen terörist Sakık kardeşler geldi. Romanda “Sakık bizim Moğolların yanında savaşmamız, Selçukluya karşı ayaklanmamız gerektiğini söylüyordu. Türklere karşı savaşmalıydı; ancak bu şekilde Moğolların desteğini alabileceğimize inanıyordu. Ben ise bunun ihanet olacağını, Selçuklu iktidarı boyunca huzurla yaşadığımızı, bunu kendi aşiretime asla yaptıramayacağımı söyledim. … Pek çok Kürt … Batılıların ve Moğolların oyunlarına gelerek Türklerden nefret etmeyi öğrendiler. Hristiyanları ve dinsizleri bizim Müslüman kardeşlerimize tercih ettiler.” (s. 202) sözleri ise kardeşi ile olan ayrılığın nedenlerini ve sonuçlarını özetleyen cümlelerdi. Bu cümleler günümüze de ışık tutmuyor mu? Günümüz penceresinden baktığımızda, Kürtlerin son durumu da bu sözlerle açıklanabilirdi. Sadece Moğol yerine terörist örgütleri, yabancı devletleri koymak yeterliydi… Günümüzde yaşanan sorunları yüzyıllar öncesinden anlatır gibi olan bu kurgu ve sözler, özellikle Kürt gençlerimizin okuyup gerçekleri görmeleri açısından önemli olmanın yanında tarihi yanlışları tekrar yapmamaları adına dikkate değer cümlelerdi.
Beyazıt Akman: Romanın hem karakteri hem de yazarı kendisi: bunu diğer iki romanında da görmüştük. Kitabın son kısmında okuyucuların aklında kalan sorulara da cevap veriyor. Örneğin “Aşık Yunus’u ve Marko Polo’yu hepimiz biliriz de, bunların Osman Gazi ile aynı zaman diliminde yaşadıklarını çok azımız aklımıza getiririz.” (s. 528) sözleri söylenebilir. Bunun yanında Osman: Savaş kitabının en önemli kısmı ve finali olan savaş hakkında “Yine aynı türden çalışmalardır ki Osmanlı İmparatorluğu’nun asıl kuruluş tarihini artık 1299 değil, 1302 olarak gösterir.” (s. 528) sözleri, tarihimiz açısından ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Diğer Karakterler: Turgut Alp, Hüseyin, Ak Timur, Cavlak, Fakir, İshak ve Lokman Fakı, Samsa Çavuş, Çelekan, Cihangir, Kılıçtar, Durmuşhan, Şahgeldi, Karamış, Dukas, İlboğa, Gazi Rahman, Kaya Alp, Basil, Dursun Fakı, Saltuk Alp … Bunlar dışında karakterler de vardır mutlaka ama aklımda kalanlar bunlar.
OSMAN: AŞK ROMANINDAN GÜZEL SÖZLER
Dergâhta ise insan işlenir, insan öğrenilir. (s. 23)
Asıl düşman insanın kendi nefsidir. (s. 24)
Hz. Süleyman’ın nezdinde karınca da birdir, hükümdar da, Uludağ’ın dorukları da aynı şeyi anlatır, Sahra’daki kum zerrecikleri de… (s. 24)
Türklerin “söz” ya da “akit” dedikleri bir şey var ki, bu yeryüzünün tüm kanunlarından daha üstün, yazılı hukuktan çok daha değerli onlar için… (s. 31) – Burada “söz vermenin” önemini anlatırken peygamber efendimize verilen “emin” adından yazarın bahsetmesi, isabet olmuş.
Aman isteyenleri affetmezsek, bizim düşmanlarımızdan ne farkımız kalır? (s.78)
“Unutma. … Fakirin hakkını gözet, kadere itaat et ve görünüşe aldanma. Şu kısacık yolculuğun bile ne gibi sırlarla dolu olduğunu düşün ve hayatın sırrını sorgula. Hiçbir zaman ne oldum deme, ne olacağım, de. Benim hikâyemi hatırla ve kaderinin sırrını çöz!” (s.123)
“Ölüm unutulunca vicdan yok olur, vicdan yok olunca insan kendi kurallarını koyar.” (s. 126)
“Adaletsiz adalet dağıtılmaz, zorbalıkla hak aranmaz.” (s. 128)
“Bir elinde kılıç, diğerinde kalem olmadan devlet kurulur mu, Osman? … Bir el yıkarken, diğeri yapmayınca denge kurulur mu? Zalimi yerin dibine geçirmedikçe, âlimi yüceltmedikçe medeniyet kurulur mu? Layığını cezalandırmadıkça, liyakati ödüllendirmedikçe adalet olur mu, Osman?” (s. 135)
“Bizim ki küçük cihattır. İnsanın kendiyle olan savaşı, savaşların en büyüğüdür. Hiçbir ordu nefis kadar güçlü, onun kadar inatçı, onun kadar donanımlı değildir. Yüz bin kişilik orduyla birkaç gün savaşmak, nefisle birkaç dakikalık mücadeleden çok daha kolaydır. “ (s. 155)
“Her zaman korktuğun şeyle yüzleşmelisin.” (s. 200)
“Her vahşet kendi kahramanını doğurur.” (s. 208)
“Acı insana gerçek doğasını gösterir. Korku ve terör, bizim en büyük silahımız bu… … Terörün sırrı burada gizli. … Propaganda ve terör. Yeryüzünün en güçlü silahları!” (s. 218-219) – Moğol liderinin esirlere ifadesi.
“İnsanın adı değil, şanı önemlidir. … Senin kendine ne dediğin değil, başkalarının seni nasıl andığı asıldır.” (s. 228)
“Vahşet ve kan. … Bunları insanları ya korkutur ya eğlendirir. Sonuçta halk seni ya sever ya senden korkar. Artık avucunun içindedirler!” (s. 263)
“Adı ve rengi, dili ve ırkı, görünüşü ve hali ne olursa olsun insanı yargılamamayı, hiçbir insan hakkında su-i zan etmemeyi…” (s. 295)
“Nice büyük zatlar sonunu getirememiş, nice fasıklar da defterlerini sağ taraflarından almışlardır öldüklerinde. Müslüman vardır – Allah muhafaza – kâfir ölür, Yıldıza tapan vardır imanlı gider!” (s. 299) – romanda tespit ettiğim en ilginç cümlelerden biri bu olmuştur belki de; üzerinde uzun uzun düşünme fırsatım olmadı ama gerçekten dikkat edilesi. Hayatın sonu ve öteki dünyanın başlangıcı olacak olan kıyamet gününün kısa bir özeti gibiydi bu cümle.
“Yaratılanı severim yaratandan ötürü.” (s. 301)
“Yeryüzünde hiç kimse sahipsiz değildir. Allah’tan korkan insan, ölümü bilen insan; çocuk yaşlı, zengin fakir, Müslüman ya da gayri Müslüman kim olursa olsun insana saygı duymayı bilmeli.” (s. 301)
“İki büyük savaşımız vardır. … Biri, sınırdaki savaşımızdır. Kâfirledir. Diğeri ise bizim kendi içimizdedir. Kendimizle savaşımızdır. İşte ahilik, bizim kendi savaşımızın en büyük silahıdır. “ (s. 310)
“Kul ancak vesile olur. Her şey Allah’ın sayesindedir. “ (s. 316)
“Taştan duvarları güçlü yapan taş değil, onu savunan kumandandır. Onları yıkan da insan gücü değil, muhasarayı yapan komutanın zekâsıdır.” (s. 337)
“Barıştan bahseden savaşa hazırlansın. … Osman Bey, barışı en iyi anlayanların ve ona en yakın olanların en çok savaşçılar olduğunu düşünürdü. Uzun uzun barış hakkında ahkâm kesip kardeşlikten, beraber sorunsuz ve mutluluk içinde yaşanabileceğinden bahsedenlerin boş laf ettiklerini düşünür, bu tür insanların en iyi yaptıkları şeyin konuşmak olduğunu söylerdi. Barışa giden yolun çoğu zaman savaştan geçtiğini göremeyenlerin kör olduklarını bile düşünürdü.” (s. 348)
“Vahşi doğaya baktığımızda neredeyse her canlının silahıyla doğduğunu görmüyor muyuz? Bir koçun boynuzları, bir kurdun dişleri, bir boğanın kafası onların daha doğarken bedenlerinde saklı getirdikleri silahları değil miydi?” (s. 349)
“Hayvanlarda olmayan hırslarımız, arzularımız, öfkelerimiz ve her şeyden önemlisi de zekâmız bizi onlardan belki bin kat daha savaşçın ve ölümcül kılıyor.” (s. 349)
“Aklını kullanabilen savaşçı, doğru hareket ettiğinde kılını bile kıpırdatmadan zaferin sahibi olabilir. Böyle diyordu, Shun Tzu. … Shun Tzu, saldırının rakibin hiç beklemediği bir anda yapılmasının hayati önem taşıdığını anlatıyor.” (s. 371)
“Ey inananlar! Bir topluluğa kininiz, sizi adaletsiz davranmaya asla itmesin. Adaletli olun. Allah sizi din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkartmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Allah adaleti ayakta tutanları sever.” (s. 405)
“İnsanların ölüm yokmuş gibi yaşamaları beni korkutuyor. Her gün, her saat, her saniye birinin öldüğünü ya duyuyorlar, ya görüyorlar, ama aynı ölümün bir gün kendilerine geleceğini unutuyorlar. Üstelik ölümü böylesi katliam ve kıyımla iç içe yaşadıkları bir zamanda unutuyorlar. İşte bunu hiç anlamam, beyim.” (s. 419)
“Devrim karanlık savaşçıların işidir. … Kaosta enerji vardır. … Vahşet, acımasızlık ve fırsatçılık… Bunlardır karanlığın anahtarları. Açmasını bilen yeryüzüne hükmeder!” (s. 429)
“Irkı, kanı, soyu, sopu Türk olan birinin Batılı güçlerle işbirliği yapması ona çok ağır geliyordu.” (s. 458)
“Peygamberimiz ‘kayıtsız şartsız yeryüzündekilere merhamet ediniz ki sema üzerindekiler de size merhamet etsin!’ diye boşuna buyurmamıştı.” (s. 483)
“Türkün kaderinde savaş vardır.” (s. 518)
“Düşmanlar vardır görmezden gelinecek. Düşmanlar vardır oturup konuşulacak. Ve düşmanlar vardır başları ezilecek! Dostlar vardır sırtını dayayacak, güvenecek, emanet edilecek. Dostlar vardır bir selam verip geçilecek. Ve dostlar vardır hep temkinle yaklaşılacak, düşman bilinecek…” (s. 519)
Osman: Savaş kitabının sonunda yer alan bilgiler: