Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı kitap, Orta Asya Türk Tarihi’nin en büyük uzmanı sıfatıyla ilim dünyasında büyük bir şöhret sahibi olan kıymetli âlim (s. XIII’den aynen alınmıştır) V. V. Barthold tarafından (Wilhelm Barthold veya Vasiliy Vladimiroviç Bartold, Rusça: Василий Владимирович Бартольд) kaleme alınmış önemli bir eserdir. Öğrendiğimiz kadarıyla yazar, 1926 yılında Türkiyat Enstitüsü’nün çağrısı üzerine İstanbul’da Orta Asya tarihi hakkında dersler vermiş ve bu dersler kitap olarak 1927 yılında İstanbul’da basılmıştı; daha sonra 1975 yılında Kültür Bakanlığı yeni Türkçe harflerle yeniden basımını yapmış. Türk Tarih Kurumu da ilki 2006 yılında olmak üzere, elimde bulunan eserin 5. baskısını 2023 yılında yaparak, okuyucuyla buluşturmuş bulunuyor.
Barthold’un İstanbul’da verdiği derslerin adını taşıyan bu kitap ilk olarak 1935’te Almancaya, 1945’te Fransızcaya, 1968’de Rusçaya çevrilerek basılmış; elimizdeki kitap ise “bu eseri, sadeleştirilmiş olarak sunulmaktadır. … Ayrıca, notları bulunan Almanca tercümesi ile de karşılaştırmalar yapılmıştır. … Bu kitap, Barthold’un en son eserlerinden biridir.” (önsöz) sözlerinden anlaşıldığı üzere, son olarak ortaya çıkmıştır. Kitabın tercümesi Râgıp Hulusi Özdem tarafından yapılırken, eseri yayına Kâzım Yaşar Kopraman ve İsmail Aka hazırlamışlar. Kitabı güvenilir kitap siteleri üzerinde bulabilirsiniz.
Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı kitap bizleri 2 farklı fotoğraf ile karşılıyor: ilk fotoğraf yazarın kendisine aitmiş; Google üzerindeki görselleriyle alakası olmayan, ilginç bir fotoğrafı var. Bunun dışında Türk tarihçiliğinin dört büyük üstadı (Prof. Dr. V. V. Barthold, Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat, Prof. Abdulkadir İnan) başlığıyla İstanbul’da 1926 yılında çekilen siyah beyaz bir fotoğraf da yer alıyor. 1926 yılı Türkiye ile Sovyet Rusya arasında ilişkilerin iyi olduğu, Türkiye’nin Sovyet Rusya’nın eğitim alanındaki tecrübelerinden faydalanmak amacıyla önemli adımlar attığı bir döneme rastlıyor. Bu açıdan ünlü yazarın ülkemizde gelip ders vermesine şaşırmadım desem yeridir.
Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı kitabın bir sonraki sayfasında bizleri kapsamlı bir içindekiler kısmı karşılıyor: burada her derse farklı bir başlık verildiğini görüyoruz (Örneğin; II. Ders: Türk Kavimlerinin Komşu Kavimler ve Diğerleri ile Akrabalık Münasebetleri). Ancak kitap içeriğinde her bölüme sadece sayıyla isim verilmiş: birinci ders, ikinci ders… gibi. Toplam 12 ders yer alıyor. Ayrıca kitabın son sayfasında yazara ait bir harita da yer alıyor. Eserin ilk baskılarında Bahaeddin Ögel (Türk Tarihi Profesörü) tarafından kaleme alınmış tarihsiz bir önsöz yer alırken, üçüncü baskıdan sonra yayına hazırlayanlar tarafından eklenen 2017 tarihli bir kısa önsöz daha yer alıyor. Bunun yanında profesörün eserlerinin tanıtıldığı kısım da bu baskıyla eklenmiş gözüküyor (ilk iki baskıda yok).
Barthold’un Gözünden Orta Asya Türk Tarihi: Bir Kitap İncelemesi
Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı kitapta “Barthold’un ihtisası Orta-Asya tarihi üzerindedir.” (önsöz) ifadesi gözümüze gözümüze sokuluyor ve şu bilgi veriliyor: “Türk okuyucularının yabancıların Türk tarihi hakkında yazdıkları her eserde olduğu gibi, bu kitapta da kabul edemeyecekleri bazı görüşler olacaktır. Bunun da birçok nedenleri vardır.” (önsöz). Bu bilgilerden hareketle, kitapta farklı düşünmemize sevk edecek veya başka tarihçiler tarafından yalanlanan, farklı yorumlanan bilgilerin olabileceğini anlıyoruz. Şu dört cümle de, kitabın hüviyeti ve hakkında yorum yapmadan önce bilmemiz/dikkate almamız gerekenler açısından önemli bana göre:
- “Barthold bir Rus bilgini ve tarihçisidir. Orta Asya tarihi araştırmalarına da kendi milletinin istek ve eğilimleri ile girmiştir.” (önsöz)
- “V.V. Barthold (1869-1930) tarafından İstanbul’da dersler halinde verilen ve 1927 yılında ilk defa Türkiye’de basılan bu eser, tarafımızdan sadeleştirilip. Almanca baskısındaki dipnotları ile birlikte, yeni harflere çevrilerek, 1975 yılında Kültür Bakanlığı tarafından bastırılmış idi.” (önsöz)
- “1900’de tez olarak hazırladığı Moğol İstilası Esnasında Türkistan adlı çalışması ile Doktor unvanını almıştır. … 1926’da İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü tarafından davet edilerek Orta Asya Türk tarihi hakkında bir sıra dersler vermiştir ki bu kitap işte o derslerden meydana gelmiştir.” (s. XIII)
- “Eserde, Timur’un soyu ile Türk dilinin yayılması konusunda da bazı hissi değerlendirmeler göze çarpar. Fakat kitabın tamamı okunacak olursa, az önce verilen bu gibi görüşlerin, sonradan düzeltildiği ve daha tarafsız bir yola girildiği de gözden kaçmayacaktır. Böyle ufak kusurlarına rağmen kitap, özellikle kaynak bakımından eskimemiştir.” (önsöz)
Kitabın kapağında küçük bir çerçeve içinde miğferli, at üzerinde bir figür yer alıyor. Figür elinde bir alevli meşale taşıyor. Bu sembol, tarihi bilinç, savaşçı kimlik ve medeniyet taşıyıcılığı anlamlarıyla yorumlanabilir. Görselin altı yazılı ama net okunmuyor; muhtemelen klasik dönem bir tasvirden alıntı yer alıyor. Ayrıca kitabın Arapça ismi de yani Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler ibaresi de yer alıyor. Tespit edebildiklerim bunlar… 100. Yıl ifadesi de kitabın sağ üst tarafına iliştirilmiş durumdaydı.
Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı kitabı okumamın sebebi, Türk tarihinde taşra yönetimi hakkında bilgi kırıntılarına ulaşabilme olasılığıydı. Fakat herhangi bir bilgi bulamadım desem yeridir; yine de oldukça fazla önemli cümlenin altını çizdiğimi söylemem gerek. Bu yüzden yazımın da uzun olacağını belirteyim: yazıyı yazarken, her dersi de ayrı ayrı yorumlamaya çalışacağım, tabii öznel yorum fazla katmadan. Çünkü benim tarih bilgim kesinlikle yazarla ölçülemeyeceğinden, yazara cevap vermek ya da onu yalanlamak gibi bir amaçla hareket etmeyeceğim, sadece blog tarzıma uygun şekilde, yazıp, anlatacağım.
Birinci ders başlıklı kısımda Barthold, Türklerin devlet yapısına, sınıf mücadelesine, unvan sistemine ve medeniyetler arası etkileşimlerine odaklanarak ilerliyor. Özellikle Orhon Kitabeleri üzerinden Türk devlet teşkilatının iç yapısını anlatmaya çalışıyor. Türklerin kullandığı unvanların kökenlerini araştırırken, bazı kavramların İranî ve Moğol etkisiyle şekillendiğini ileri sürüyor. Ayrıca göçebe toplumlarda sınıf mücadelesi olgusu üzerinde duruyor. Türkler gibi göçebe kavimlerin tarihi büyük oranda epik anlatılar ve efsaneler üzerinden takip edilebildiğinden, yazılı belgelerde bu mücadelelerin yeterince belgelenemediğini belirtiyor. Buna rağmen, Orhon Kitabelerinin bu konuda nadir ve değerli bilgiler sunduğunu ifade ediyor. Barthold’a göre Türkler, devlet teşkilatlanması konusunda Çin ve Avarlar gibi komşu kavimlerden etkilenmiş olabilir. Hatta “Prof. Pelliot’nun fikrine göre Türkler devlet teşkilatı usulünü hep Avarlar’dan öğrenmişlerdi.” (s. 7) cümlesini kullanıyor.
Bu bölümde altını çizdiğim diğer cümleler ise şu şekildedir:
- “Doğu-Asya’da ve özellikle Moğolistan’da yaşayan Türklerin durumlarını (Türkler Moğolistan’dan M.S. X. yüzyılda göç etmiş olmalılar) tamamen denilebilecek derecede Çin kaynaklarından öğrenebiliyoruz. Orta-Asya’nın batı kısmına göç ederek İslam Medeniyeti tesiri altında kalan Türklerin durumlarına ait bilgiyi ise Arap ve daha çok İran kaynaklarından öğrenmekteyiz.” (s. 1)
- “Bütün Türk devletleri içinde ancak Osmanlı devleti tarihini özellikle Türkçe yazılan kaynaklardan öğrenmek mümkündür. Fakat Osmanlı tarihçilerinin dili de Türkçeye göre daha çok Arapça ve Farsça kelimelerle dolu olduğundan Türk kavminin çoğunluğu tarafından anlaşılmaz bir derecede ve bir Türkoloji mütehassısını az ilgilendirir bir halde kalmıştır.” (s. 2)
- “Her halde Türk tarihini öğrenmek için yalnız Türkolog olmak yetmiyor. Belki, Türk tarihi devrelerinin hangisini seçerseniz, ona göre ya Sinolog yahut Arabist veyahut İranist olmak mecburiyetindesiniz.” (s. 2)
- “Nitekim Çin kaynaklarındaki Tuküe kelimesinin “Türk”den bozulmuş olduğu hakkındaki yorumlar bazı münakaşalara sebep olmuşsa da Bizans kaynaklarındaki “Turkoi” kelimesi hiç münakaşa edilmeden “Türk” olarak kabul edilmişti.” (s. 2)
- “Abideler gösteriyor ki, Türk ülkesinde Çinliler hâkim olduğu vakit -medeni memleketlerde olduğu gibi- Türkler’in aristokrasisi (idareci sınıfı), kendi sınıf imtiyazının korunmasını ileri sürerek yabancı bir milletin elinde tutsaklığa daha çabuk alışmışlar ve milli adet ve geleneklere bağlılık göstermemişler, ihanet etmişlerdir. Fakat milletin halk kısmı (avam sınıfı) yabancı boyunduruğuna çabuk alışmamış ve geleneklerine bağlı kalmıştır (nitekim Leh hakimiyeti devrinde Batı Rusya eyaletlerinde de böyle olmuştur). Beylerin Çin adetlerini ve ahlakını kabul etmesi, avam halkın onlara karşı düşmanlığını arttırmıştır. Bundan faydalanarak, han sülalesi temsilcileri halkı Çin hakimiyetine karşı ayaklandırdılar ve Türk devletinin istiklalini canlandırdılar. Orta-Asya göçebe kavimlerinin tarihinde, sınıf mücadeleleri neticesinde bir milletin siyasi birliğinin ve bir devletin kuruluşunun diğer bir örneği de vardır: O da Cengiz Han Devleti’nin kuruluşudur ki Moğol Devleti diye isimlendirilir. Lakin bunda memleketin teşekkülü aristokrasinin galibiyeti neticesinde olmuştur. Cengiz Han VIII. yüzyılın Türk hakanı gibi avam halkın yararına çalıştığından söz etmiyor. Aksine aristokrat arkadaşları için yaptığı hizmetleri anlatıyor.” (s. 6-7)
- “Bu abidelerde “Türkler’in kötü günlerinde kanlarının sular gibi aktığından” sözediliyor. Fakat zafer günlerinde diğer kavimlerin dökülen kanından bahsolunmuyor. Öldürülen düşmanların sayısı açıklanmıyor. Savaş anında gösterdikleri vahşice kan dökücülükle öğünülmüyor. Halbuki bunlar meşhur Astır hükümdarlarının abidelerinde öğünülerek anlatılır.” (s. 10)
- “Maniheizm Hristiyanlıktan sonra, Zerdüşt dinini Hristiyanlık ve Budizmle uyuşturmak fikriyle meydana gelmiştir; mamafih Maniheizm Orta Asya’da Hristiyanlıktan daha evvel yayılmış olsa gerektir.” (s. 11)
- “Çin kaynaklarından anlaşılıyor ki Türkler askerlerin kabirleri üzerine, bunların öldürdükleri düşmanların heykelini dikerlermiş.” (s. 12)
- “Orhon yazılarından ancak şu kadarı anlaşılıyor ki, Türk halk inancına göre, insanın ruhu, öldükten sonra kuş yahut böcek şekline giriyormuş. Ölen hakkında “uçtu” deniliyor. Bilindiği gibi, Batı Türklerinde, hatta İslamiyet’i kabulden sonra “öldü” yerine “şunkar boldu” yani “şahin oldu” deyimi kullanılıyordu.” (s. 13)
- “Bu tür heykeller daha evvel toprak üstünde de bulunuyordu. Fakat başlan bulunmazdı. Bunların başlarını kırmak Moğollar’ın işidir. Onlar eski adamların resimlerinin hayattaki insanlara zarar vereceği inancında idiler. Böylece ortaya çıkıyor ki heykellerin başlarım kırmak İslamlığın dini taassubunun yayılmadığı yerlerde de adet idi. Halbuki bugüne kadar bu olayı sadece islim taassubunun sonucu olarak izah ediyorlardı ki, doğru değildir.” (s. 14)
Gelelim ikinci ders başlıklı kısma… Bu derste Barthold, özellikle Avarlar, Zu-Zenler (Cücenler) ve Moğolların etnik kökenleri, tarihi rolleri ve Türklerle ilişkileri üzerinde durur. Prof. Pelliot’nun, Avarların Moğol kökenli olduğu yönündeki tezini tartışır; bu görüşe bazı haklı itirazlar getirir. En önemli karşı argümanlardan biri, Cengiz Han’dan önce yazılmış hiçbir Moğolca metne rastlanmamış olmasıdır. Dersin merkezinde göçebe kavimlerin kökenleri ve dilleriyle ilgili tartışmalar yer alır. Barthold, bu konuların bugüne kadar yapılan araştırmalarda genellikle keyfi varsayımlarla ele alındığını, fakat bu yöntemlerin artık bilimsel gelişmelerle terk edilmesi gerektiğini vurgular.
Ayrıca eski göçebe kavimlere ait kelimelerin, bugünkü Türk lehçeleriyle açıklanmasının sakıncalarını örneklerle açıklar. Linguistik çalışmaların, göçebe kavimlerin tarihini anlamakta nasıl daha sağlam ve bilimsel bilgiler sunabileceğini savunur. Bu kapsamda özellikle Hunlar, Akhunlar, Soğdlar, Zu-Zenler ve Avarlar hakkında tarihî-linguistik analizler yapılır. Bunu yaparken çeşitli ilim adamlarının çalışmalarına atıfta bulunur, yanlış veya doğru yönlerini de belirterek ilerler.

Bu kısımda benim dikkatimi “Bizim bugün Türkçe dediğimiz dil ile konuşan bir kavim olmak itibariyle, Türkler şüphesiz daha ilk zamanlarda mevcut idiler. Fakat “Türk” kelimesinin VI. yüzyıldan önce var olduğunu zannetmek esassızdır.” (s. 23) cümlesi çekti: bu konuda sadece “Türk” adının yazılı belgelerde VI. yüzyılda net şekilde kullanılması, bu adın o tarihten önce var olmadığını göstermediğini, “Türk” kavramı, sözlü gelenekte, Çin kroniklerinde görüldüğüne dair yazılar okuduğumu, ayrıca yine yazarın bu eserinde yazdığı üzere Bizans kaynaklarında da daha önceki tarihlerde Türk ismine rastlanıldığını görüyoruz. Yani çelişki var; tabii yazarın çeşitli iddiaları veya savunmaları yaşasaydı bu konuda olacaktı ancak ben bunları sorgulamıyorum ve devam ediyorum. Bu bölümde altını çizdiğim diğer cümleler şu şekildedir:
- “Tukyuların hakimiyeti devrinde Türk kelimesinin hangi kabileler için kullanıldığı hakkında Orhon yazıları açık bilgiler vermiyor. Üstelik bu adın nasıl olup da diğer kabileleri de içine alan bir ad şeklini aldığı ve nasıl bugün anladığımız anlamı kazandığı da pek belli değildir. Han kendi kavmine “Türk” ve aynı zamanda “Oğuz” yahut “Tokuz Oğuz” diyor. Halbuki abidelerin diğer yerlerinde Tokuz Oğuzlar, hanın düşmanları olmak üzere vasıflandırılıyor.” (s. 24)
- “Türk kelimesinin son zamanlarda bilinen anlamı (yani bütün Türk kavimlerinin hepsini içine alan bir ad olması) Müslüman kavimlerinin eseri olsa gerek. Araplar birçok kavimlerin VII-VIII. yüzyıllarda savaştıkları Türklerle aynı dilde konuştuklarını gördüler ve bundan dolayı hepsini Türk diye adlandırmağa başladılar. Sonra İslamiyet’i kabul eden Türkler de gitgide kendilerini Türk diye adlandırmaya başlamışlardır.” (s. 23)
- “Orhon yazılarında sözü edilen kavim adlarından ancak Kırgızların adına çok daha eski devrelerde rastlanmaktadır.” (s. 23)
- “XI. yüzyıl İran tarihçisi Gerdizi bize bilmediğimiz kaynaklardan alarak ve Kırgızların saçlarının açık renkli olduğunu, bu alametlere dayanarak Kırgızla Islav arasında bir akrabalık mevcut olduğunun farzedildiğini söylüyor. … Son zamanlara kadar “Kara Kırgız” adı verilen bu Kırgızların yüzlerini nasıl değiştirdikleri ve şimdiki şekillerini nasıl aldıkları meselesinin halli için, sonradan elde edilen bilgiler de yeter bir malzeme teşkil edecek mahiyette değildir.” (s. 24)
- “Çok büyük bir ihtimalle aslında Türk olmadıkları halde daha sonra Türkleşen kavimlerin en eski örneği işte bu Kıgızlar’dır. İster göçebe ister yerleşik kavimler içinde, böylece Türkleşenlerin örneği çoktur. … Yakın devirlerde Türkleşen Saınoyedler’den birisi “Karagas” kavmidir. Tamamen Türkleşmeleri sona ermeyen kavimlerden biri de “Kaınasin”lerdir. Bu kavim Yakutlar’dan daha doğuda yaşamakta olup, bütün Türkçe konuşan kavimlerin de en doğu kısmı bunlardır.” (s. 26)
- “Uygurların başbuğları Kırgız başbuğlarına nispetle daha mütevazi bir unvan taşıyor ve “Eltebir” diye adlandırılıyordu (Thomsen de bu kelimeyi böyle okumuştur). Thomsen’in fikrince bu kelime Türkler’de bir çeşit vali (cay-nişin) anlamında kullanılıyordu.” (s. 27)
- “Orhon Abidelerinde adı geçen galiba Türk olmayan kavimlerin biri de Tatarlar olup, sonradan Moğollar bu ad ile kendilerini adlandırmışlardır. Abidelerde Dokuz Tatar, Otuz Tatar adlan vardır. Bundan anlaşılıyor ki Tatarlar o zaman ikiye ayrılarak biri dokuz uruğdan, diğeri de otuz uruğdan teşekkül etmiştir.” (s. 27-28)
- “Medeni kavimlerin Türkleşmesi ile Türklerin medenileşmesi birbirine paralel olarak ilerlemiştir. Bu hareketler tabii olarak doğudan batıya doğru olup aynı yönü takip etmiştir.” (s. 28)
Eser Neden Önemlidir? Bilimsel ve Tarihsel Değeri
Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı kitabın üçüncü ders başlıklı kısmında yazar, Türk-Oğuzların siyasi durumu, iç mücadeleleri ve Araplarla olan ilişkilerini ele alır. Özellikle Orhon Abidelerine yansıyan güçlü görünümün arkasındaki siyasi çöküş süreci mercek altına alınır. Oğuz hakanlarının egemenliği güçlü gibi görünse de 745’te Uygurların Moğolistan’da egemenliği ele geçirmesi, bu görünümün kısa sürdüğünü gösterir. Barthold, Batı Türk-Oğuzlarının “On Ok” (on kabile) yapısına ve bunların İli Nehri çevresindeki yerleşimine değinir.
Dikkat çekici bir diğer konu, Orhon Abidelerinde geçen bazı savaşların Araplarla mı yoksa başka kavimlerle mi yapıldığı sorusudur. Araplara ait herhangi bir doğrudan isim geçmemektedir. Barthold, “Arap” kelimesinin geçmemesinin bu savaşların Araplarla olmadığını göstermediğini, “Tajik / Tezik / Tejik” gibi etnik ifadelerin de geçmediğini belirtir. Bu kelimelerin geçmemesi, yorumlara dikkatle yaklaşılması gerektiğini gösterir. Ders boyunca, Türklerin doğudan batıya hareketi, siyasi çalkantılar, kabile yapıları ve Arap istilasına tepkileri derinlemesine ele alınır.
Bu bölümde altını çizdiğim ve dikkatimi çeken cümleler ise şu şekilde oldu:
- “Büyük bir ihtimalle Türkler “Tacik” kelimesiyle yalnız Arapları, sonra genellikle İslam Medeniyetine mensup olanları ve nihayet, bilinen İslam kavimlerinin çoğunluğunu teşkil eden İranlıları kastediyorlardı.” (s. 31)
- “Farsçanın yalnız bir rakibi var idi ki o da Türkçe idi. Farsçanın bu rakip dil ile mücadelesi çoğunlukla başarısızlıkla neticeleniyordu. … …Türk dilinin asıl İran dahilinde de yayılışı genişliyor, mesela bir köyde Türk ve Fars beraber yaşıyorlarsa sonunda Türk dili herkesin dili olarak kalıyor.” (s. 34)
- “… yakınlarda XIII. yüzyıl coğrafyacılarından Yakut-ı Hamavi’nin eserinde bulunan bazı sözler dolayısıyla böyle yanlış anlama olmuştu: Yakut’un eserinde Türkler Bizanslılarla beraber İslam düşmanı ve İslam alemine çok zarar vermiş bir kavim olarak zikrolunuyorlar. Türkler XIII. yüzyılda İslam kavimleri arasında mühim bir yer tuttuklarından hu cümle pek garip görülmüş ve bu yüzden bazı alimler hunu doğrulamak fikri ile bundan Türkler’in, Müslüman olmakla beraber diğer İslamlardan farklı olmak üzere, aralarında Şiilik ve bunun gibi çeşitli uydurma mezheplerin yayılmış olduğu neticesini çıkarmışlardı. Halbuki Yakut’un o cümlesinin X. yüzyıl sonlarına ait Makdisi adlı yazardan kelimesi kelimesine aktarılmış olduğu daha sonra anlaşılmıştır. Makdisi de bu bilgileri diğer bir kitaptan almış olsa gerektir.” (s. 35-36)
- “Çinliler, Moğolistan’daki Türk-Oğuzlar’dan Doğu-Türkistan’a göç eden kısmını “Şa-to” yani “bozkırlılar” diye adlandırıyorlardı.” (s. 37)
- “Orhon Abidelerinde ve Uygur yazılarında görülen sayım şekli, yani birler sayılarını kendisinden sonraki onlar sayılarının önüne getirmek şekli, yalnız bu “KanÇou” Uygurlarında saklı kalmıştır. Mesela bunlar 1 1 diyecek yerde bir yirmi, yirmi bir diyecek yerde bir otuz ilh… demektedirler.” (s. 37)
- “Uygurların Mani mezhebini kabul etmeleri Türk tarihinde büyük bir önem taşımaktadır. Budist ve Hristiyan misyonerliğinin başarısı ne kadar büyük olursa olsun bir Türk kavminin VIII. yüzyılda veya ondan evvel Buda veya Hristiyan dinini -bütün bir kavmin dini olarak- kabul ettiği hakkında hiçbir habere rastlamıyoruz. Türk kavmi, -kavim sıfatı ile- Şamanizm’den başka bir dine ilk defa olarak geçerken ahlaki prensiplere dayalı bir dini seçmiştir. Şamanîların inancına göre adam öldürmek insana ahirette faydalı bile olduğu halde, Mani mezhebinde yalnız adam öldürmek değil, hayvan eti yemek bile haram olmuştur. Eski inançları ile yeni din arasındaki çelişkiyi Türklerin kendileri dahi anlıyorlardı.” (s. 39)
- “XIII. yüzyıl başlarındaki Müslüman yazarı Fahreddin Mübarekşah Merverrûdî bu hususu pek güzel açıklamıştır. Orhon yazısı yerine Uygur alfabesi Türkler için bir ilerleme değil, aksine gerileme adımı idi. Çünkü Uygur yazısının Türk dilinin seslerini ifade kabiliyeti Orhon yazısınınki kadar değildi.” (s. 39)
- “… Cahiz’in Mani mezhebinin Türkler’in eski askerlik ruhlarını mahvettiği hakkındaki ifadeleri biraz abartılıdır. Aynı şekilde Buda dininin de Moğollar’ın askerlik ruhunu yok ettiğine ait epeyce abartılı sözler söylenmiştir. Halbuki Moğolların istiklalleri uğrunda Çinlilerle başarılı savaşları kendilerinin eski askerlik vasıflarının kaybolmadığını ispat etmişti. Tibetliler de bunun gibi Buda dinini kabul ettikten sonra VII. yüzyılda cihangir bir kavim sıfatıyla ortaya çıkmışlardı.” (s. 42)
- “Uygurlar Doğu-Türkistan’a geldikten sonra da yabancı memleketlerde kalan dindaşlarını gerektiği hallerde silah kuvvetiyle savunuyor ve koruyorlardı. Yani daha askerlik vasıflarını kaybetmemişlerdi.” (s. 43)
- “Türkçede Buda anlamında ve Buda heykelleri anlamında kullanılan “Burhan” kelimesini, Maniheistler kendi azizleri anlamında kullanmışlardır. … İslam ve Hristiyanlar gibi Maniheistler ve Budistler de Türkler arasında kendi dinlerinin yayılmasını kolaylaştırmak için kendi dinlerine ait terimleri Türk dilinden almaya çalışmışlardır. … Allah ve İblis anlamını ifade eden terimleri Şamanizmde de bulmak mümkündü. Fakat melek anlamını ifade edecek kelime Şamanizmde yoktu. Bu anlamı ifade etmek için Türkler arasındaki Mani, Hristiyan ve Müslüman misyonerleri Ferişte kelimesiyle yetinmek ve onu kullanmak mecburiyetinde kalmışlardır. Türklerde melek hakkında bir tasavvur mevcut olmadığını Kaşgarlı Mahmud da yazmıştır. Araplar bu Mani mezhebini Buda mezhebinden pek de ayıramamışlardır. Diğer taraftan Mes’udi, Mani dininin yalnız Tuguzguzlar arasında yayıldığını, diğer Türkler arasında yayılmamış olup, var olmadığını da kat’i bir surette söylüyor. Burada Tuguzguzlar’dan maksat herhalde Uygurlardır.” (s. 44)
- “Uygurlar Kaşgarlı Mahmud zamanında, Maniheist değillerse bile Budist ve Hristiyan olarak kalmışlardır. Fakat bunların batı komşuları o vakit İslam tesiri altında kalmış bulunuyorlardı.” (s. 45)
“Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler” Kitabı Ne Anlatıyor?
Dördüncü derste Barthold, Türkler arasında İslamiyet’in yayılma sürecini, bu sürecin etnik, dilsel ve kültürel etkilerini inceler. Özellikle Samanoğulları dönemi odaklıdır ve İslamiyet’in Türkistan’ın medeni bölgelerine nasıl girdiğini anlatır. Yazarın tespitlerine göre İslamiyet, Orta Asya’daki İran kökenli idarecilerin aracılığıyla yayılmıştır. Maveraünnehr bölgesinde (Amuderya’nın öte tarafı) halk kısmen Türk olarak tanımlansa da aslında bu halkın dili büyük ihtimalle İran dillerinden olduğunu iddia eder. Bu nedenle erken dönem Arap kaynaklarında geçen “Türk dili” ifadeleri, büyük olasılıkla yanlış anlaşılmalardır. Cahiz’in Arap lehçeleriyle Türk lehçelerini kıyaslayan sözleri de bu çerçevede değerlendirilir.
Yazara göre Budizm, özellikle putperestliğe dayandığı için İslam’a karşı tutunamaz ve kısa sürede yok olur. Buna karşılık Zerdüştlük, Yahudilik ve sınırlı ölçüde Hristiyanlık bir süre daha varlık gösterir. Özellikle Belh ve Toharistan’daki Budist merkezler, İslamiyet karşısında hızla çöker. Barthold’a göre medreseler, eski Budist manastır sisteminden evrilmiş olabilir. Bu tür yapısal ve eğitimsel etkiler, İslam’ın bölgeye yerleşmesiyle birlikte gelen kültürel dönüşümün göstergesidir.
Dördüncü bölümde altını çizdiğim bazı önemli cümleler ise şu şekildedir;
- “Emeviler’in Kuseyr Anıra sarayındaki resimler arasında Sasani İran Şahı, Bizans Kayseri, İspanya’daki Vizigot Kralı ve Habeş Necaşi’si ile bareber Buhara’nın Türk hakimesinin resminin de var olduğunu zannedenler vardır.” (s. 46)
- “Horasan lisanı ile Türk lisanı arasındaki fark yalnız Mekke ve Medine lehçeleri arasındaki fark gibi bir lehçe farkından ibarettir.” (s. 46)
- “Budizm İslam tesirine karşı koyamayarak kayboldu ise de bazı izleri kalmıştır: Bunlardan biri Müslüman yüksek din okulları -medreseler- dır ki bunlar çok yakın bir ihtimalle Buda viharaları (wichara) taklit edilerek kurulmuştur. … Bu gibi medreselerin özellikle Belh ve havalisinde pek çok olması da Buda tesirini göstermektedir.” (s. 47)
- “… Hazarlar hizmetinde bulunan Müslüman Harizmliler’e rastlıyoruz ki, bunlar Hazarlar yanında hizmete girerken Hazarların Müslüman ülkeleri ile savaşlarında tarafsız kalmak hakkını andlaşma ile kendilerine sağlamışlardı.” (s. 48)
- “Avrupa medeniyetine bağlı olmayan Hristiyanlar, Avrupalı Hristiyanlara göre sayı bakımından önem verilmeyecek derecede az ve medeniyet bakımından da pek aşağıdırlar.” (s. 58)
- “Genellikle tarihte evvelce Budist veya Hristiyan olup, sonradan o dini bırakarak İslamiyet’i kabul eden kavimlerin örnekleri çoktur. Fakat bunun tersi yani evvelce İslam olup da sonradan Hristiyan veya Budist olmuş hiçbir kavim görülmemiştir.” (s. 58)
Beşinci ders, Kaşgar Hanı Satuk Buğra Han’ın İslamiyet’i kabulü üzerine yoğunlaşır. Bu olay, Orta Asya Türklerinin İslam ile temasında kritik bir dönüm noktasıdır. Ancak Barthold, bu kabul süreciyle ilgili güvenilir kaynak eksikliğine ve rivayetlerdeki çelişkilere dikkat çeker. Rüyasında gökten gelen bir emirle Müslüman olduğuna dair anlatılar olduğu gibi, Samanoğulları’ndan birinin etkisiyle din değiştirdiğine dair alternatif söylenceler de vardır. Barthold, rivayetlerin çelişkili ve hayal ürünü detaylar içerdiğini belirtir.
Özellikle Satuk Buğra Han’ın İslamiyet’e ilgisinin Müslüman tüccarların mallarına duyduğu hayranlıkla başladığı yönündeki anlatı, dini değil ticari nedenlerin öne çıktığını ima eder. Dersin ikinci yarısı, Karahanlılar döneminde Kaşgar ve Balasagun şehirlerinin önemine odaklanır. Balasagun’un İslami kaynaklarda az zikredilmesine rağmen siyasi rolünün büyük olduğu anlatılır. Barthold, Balasagun’un coğrafi konumu ve ismi üzerine yapılan çeşitli açıklamaları eleştirerek, bu yerin tarihsel belgelerde farklı isimlerle geçmiş olabileceğini söyler. Kaşgarlı Mahmud’un “Şu” adlı kale hakkında verdiği bilgiler de bu bağlamda değerlendirilir.
Bu bölümde altını çizdiğim cümleler ise şunlardır:
- “Kaşgarlı Mahmud bize Peygamberin Allah adına söylemiş olduğu şu: “Şarkta benim askerim var onları Türk diye adlandırıyorlar. Herhangi bir kavim benim öfkeme uğrarsa ben onlara Türkleri musallat ederim.” anlamındaki kudsî hadisi naklediyor. … Gazneli Sultan Mahmud da çok dindar bir hükümdar addolunuyordu. Nitekim Hindistan’da cihat savaşları ilan etti. Kendi memleketindeki rafıziler’in mezheblerini takip etti. Lakin özel hayatında dinin haram saydığı şeyleri yapmaktan çekinmiyordu.” (s. 70)
- “… Yine Kaşgarlı Mahmud’un eserinden Uygurların Müslümanları ne gibi bir adla adlandırdıklarını öğreniyoruz. Bunlarda Müslüman anlamında “Çumak” kelimesi kullanılmıştır.” (s. 75)
Altıncı Derste Barthold, İslamiyet’in yayılması sürecinde Türklerle İran kültürü arasındaki etkileşimi, özellikle de dinî, kültürel ve idari yapılar açısından inceler. Merkezinde şu fikir vardır: İslam sadece Arap etkisiyle değil, güçlü bir şekilde İran kültürünün etkisiyle Türkler arasında yayılmıştır. Barthold, bu etkileşimin en güçlü örneklerinden birinin “vezirlik kurumu” olduğunu vurgular. Vezirlik müessesesinin, Sasanî İran’dan Abbâsîler üzerinden Türk saraylarına geçtiği üzerinde durur. Bu bağlamda Nizamülmülk gibi büyük vezirlerin etkisiyle birlikte, İslam dünyasında Fars dili ve kültürünün hakimiyetinin arttığı anlatılır.
Ayrıca dinî hoşgörü ve idare meselelerine de değinilir. Özellikle Suriye ve Mısır’da İslam hakimiyetine rağmen Hristiyan ve Yahudilerin yaşamasına izin verilmesi, bu hoşgörü modelinin nasıl şekillendiği hakkında bilgi verir. Barthold, Türklerin bu modeli örnek aldığını ve kendi coğrafyalarında benzer uygulamalara gittiklerini belirtir. Dersin bir diğer önemli yönü, İranlıların etkisiyle oluşan siyasi kurumların Türkler tarafından nasıl benimsendiği ve geliştirildiğidir. İslam öncesi Türk devlet yapısıyla, İran etkisindeki İslam sonrası yapılar karşılaştırılır.
Bu bölümde altını çizdiğim cümleler ise şunlardır:
- “Bugün de Bedehşan’da Özbek uruğlarından Karluk uruğu yaşamaktadır. Bu uygunluğa dayanarak zannetmek mümkündür ki, XVI. yüzyılda Bedehşan Özbekler tarafından fethedilince, oralarda daha önce yaşayan Türkler de Özbeklerle karışıp gitmişlerdir.” (s. 82)
- “Kaşgarlı, Reşiddüddin tarafından sayılan 24 Oğuz uruğuna karşılık ancak 22 sini sayıyor. Fakat evvelce uruğların 24 olduğunu, sonraları onlardan iki Halac uruğunun ayrılıp gittiğini kaydediyor.” (s. 82)
- “Oğuzlar ise fethedecekleri topraklarda yeni devlet kurmak arzusuyla vatanlarından ayrılıyorlar, sonra yeniden devlet kurdukları bu ülkelerden yavaş yavaş geriye gelerek kendi vatanlarını yeniden fethediyorlardı.” (s. 83)
- “… eski İran’dan kalma “Şehinşah” unvanı Selçuklu Türk fatihleri tarafından ilk defa olarak Horasan’da kesilen sikkelerde kullanılmaya başlanmıştır. … Bağdad’da ve Batı-İran’da hakimiyet süren Şii mezhebine bağlı Büveyhoğulları “Şehinşah” lakabını kullandılar. Selçuklular ise batıya doğru ilerledikçe “Şehinşah” unvanını bırakarak “Sultan-ı İslam” unvanını takındılar. Onlar zamanında “Sultan” kelimesi onlardan önce daha ifade etmediği belli bir anlamı ifade eder olmuştur. Nitekim, Selçuklulardan başlayarak “Sultan” unvanı yalnız yüksek ve bağımsız hükümdarlara verilir oldu. Buna karşılık vassallar, bağlı beyler ve derebeyleri “Melik” ve “Şah” unvanıyla adlandırılıyorlardı.” (s. 87)
- “… Bununla beraber Selçuklular kendilerini Oğuz yahut Türkmen addediyorlar ve hatta onunla da kalmayıp 24 (Kaşgarlı Mahmud’a göre 22) Oğuz uruğunun biri olan Kınık (Kaşgarlı Mahmud’da Kinik telaffuzu ile gösterilmiştir) uruğundan çıktıklarını söylüyorlardı.” (s. 87)
- “… Selçuk’un torunlarının büyüğü olan Tuğrul Bey’in Halifenin kızı ile evlenmesi dolayısıyla yapılan bir düğünün tasviri vardır. Bu düğünde Türklerin bir oturup bir kalkarak bir nevi oyun oynadıkları tasvir ediliyor. Bu her halde Ruslar’da Pliaska v Prisiatki adıyla bilinen raksın aynıdır. Ruslar bu oyunu Türklerden almış olsalar gerek.” (s. 89)
- “Bunlar tarihte yalnız İslam’ın değil, Samanoğulları Devletine hâkim mezheb olan ve orada Türkler tarafından kabul edilmiş bulunan Hanefi Mezhebi’nin de çok koyu koruyucuları olarak ortaya atılmışlardır.” (s. 89)
- “… Alp-Arslan’ın kendisine Şafiiler’den Nizamü’l-Mülk’ü vezir ettiğini söylüyorlar. Lakin Nizamü’l-Mülk’ün kendisi de Alp-Arslan’ın çok koyu bir Hanefi okluğunu, Şafii’leri hiç sevmediğini ve Şafii vezirin yardımına muhtaç olduğundan dolayı eseflenmekte olduğunu söylemektedir.” (s. 90)
- “Eskiden Azerbaycan’ın bir İran lehçesi anlamına gelen Azeri kelimesi şimdi Azerbaycan’ın hemen bütün halkının konuştuğu Türk lehçesi anlamında kullanılıyor. Bu lehçenin hem kuzey hem güneydeki yayılma sınırı bugün Azerbaycan adını muhafaza eden İran ülkesi hudutlarından daha çok geniştir.” (s. 91)
- “… İslamiyet’in kabulü de önceki inançları birdenbire yok edemedi. Hatta Orhon Abideleri’nde geçen “Umay” adındaki tanrıçaya ait inanç da devanı ediyordu. Kaşgarlı Mahmud’a göre bu daha ana karnında bulunan çocuğun koruyucusu olan bir ruhtur. “Umay’a hizmet edenin oğlu olur” anlamında bir atasözü bile vardı. Orada eski bir deyim olan ve ölenleri hatırlama anlamına gelen “Yoğ” da zikrediliyor ki, o zamanda bu kelime ölenin gömülme töreninden sonra üç gün veya yedi gün devam etmek üzere halka verilen yemek için kullanılıyordu.” (s. 97)
- “… Devlet idaresine ait bilgilerden, söz gelişi hanın hakimiyet sembolleri sayılıyor. Böyle sembollerden biri “Tuğ” yani bayrak idi. Bir han dokuza kadar bayrağa sahip olabilirdi. Bir han hakkında “Dokuz Tuğlu Han” denilirse o hanın en kudretli hanlardan olduğunu anlamak gerekirdi.” (s. 97)
- “Yeni doğan çocuk hakkında: Erkek mi, kız mı diyecek yerde “Böri mi (Kurt mu), Tilki mi” diye sorarlardı.” (s. 97)
Yedinci ders, Moğolların Orta Asya’daki etkisi ve Moğol istilası öncesinde bölgedeki siyasi, kültürel ve dini durum üzerine odaklanır. Barthold, bu derste İslamiyet’in ve özellikle Sünni ve Şii geleneklerinin Moğol istilasından önceki Orta Asya’daki dağılımını, Türk devletleriyle olan ilişkisini ve farklı mezheplerin devletler arası ilişkilerde nasıl rol oynadığını analiz eder.
Barthold bu derste İsmailîler, Samanîler, Karahanlılar ve Gazneliler gibi önemli siyasi aktörlerin dini eğilimlerini ve bu eğilimlerin Moğol istilası öncesinde nasıl bir zemin oluşturduğunu tartışır. Özellikle Alamut tarikatı, Nizari İsmailîler ve Batınilik gibi akımların Türkistan’daki etkileri işlenir. Bu bölümde ayrıca, Bâtınî propagandanın halk üzerindeki etkisi, devletlerin buna verdiği tepkiler ve özellikle Sünnî merkezî otoritenin bu tür akımlara karşı aldığı tedbirler vurgulanır. Moğolların gelişiyle birlikte bu dengelerin nasıl değiştiği, yani siyasi-ideolojik boşluğun Moğollar tarafından nasıl doldurulduğu konusu da girizgâh şeklinde ele alınır.
Bu bölümde altını çizdiğim cümleler ise şunlardır:
- “Kıtaylar Çin’deki hakimiyetleri zamanında kendi sülalelerine Liao adını vermişlerdi ve Çin tarihinde bu kavim o adla bilinir.” (s. 99)
- “… Çin tarihçileri bu Batı Liaoları da Çin memleketinin imparator sülalelerinden birisi olmak üzere zikrediyorlar ve Çin’deki geleneğe göre imparatorların padişahlık yıllarına verilen adları sayıyorlar. … Karakıtayların yani Çin içerisinde hakimiyetini kaybeden ve aslı Çin olmayan bir sülalenin böyle Çin imparator sülalelerinden sayılmasının Çin tarihinde diğer bir örneği görülmemiştir. Nitekim XIV. yüzyılda Moğollar Çin’den çıkarıldığı vakit Cengiz Han’ın Çin’de hüküm süren oğullarının adı olan Yuan sülalesi bitmiş kabul edildi ve bu sülalenin Moğolistan’a dönmesinden sonra hüküm sürenlerinin saltanatlarını saltanat yılları ile adlandırmak söz konusu olmadı. Liao Sülalesine ait olarak yapılan böyle bir ayırım Karakıtayların Çin imparatorluğu medeniyetini ne derecede ciddi bir şekilde kabul etmiş ve benimsemiş olduklarını açıkça gösteriyor.” (s. 102)
- “Moğollar bir kavme mensup erkekler kısmını ifade için adı geçen kavmin adına bir de tay kelimesini ekliyorlardı. Bu şekilde Moğolistan’da Sartaktay kelimesi kullanılıyordu ki Sartak yahut Sart kavminin erkekleri demektir.” (s. 106)
- “Tüccarlar arasında özellikle İranlılar çok olduğundan Farsça “Çek” kelimesi yayılmıştı. Hatta bu kelime Arapların kullandığı “Sak” şeklinde değil, belki Farsça “Çek” şeklinde yayılarak, sonradan Batı-Avrupa’ya geçmekle bütün ticaret aleminde kullanılır oldu.” (s. 107)
- “”Nayman” Moğolca sekiz demektir. Bu da bu kavmin sekiz kabileye ayrılmış olduğunu gösteriyor.” (s. 100)
- “Türkler hiçbir yerde Arap İran medeniyetine tamamen bağlı kalmış değildiler. Türklerin kendi dillerini unutmaları da hiçbir yerde vuku bulmamıştır. Bununla beraber Arap ve İran medeniyetinin Türklere tesiri o kadar kuvvetli idi ki, Türk dili hiçbir yerde devlet ve medeniyet dili olamadı.” (s. 109)
- “Kitabın adı olan Türkçe “kutadgu bilik” tamlaması “mes’ud edebilecek ilim”, yahut “padişahlara layık ilim” anlamındadır. “Baht ve saadet” anlamında olan “kut” kelimesi her yerde (ve Kutadgu Bilik’in kendisinde de birçok yerlerde) şimdiki zamanda padişahları ululama için kullanılan “haşmetmeab” kelimesi anlamında kullanılıyordu. … Kitabın girişinde Arap ve Fars dillerinde kitap çok olduğu, fakat Türk dilinde hiçbir kitap bulunmadığı kaydolunmuştur.” (s. 111)
- “Kaşgarlı Mahmud’un ifadesine göre2ııı; Kaşgar şehrinin ahalisi Türk dilinin en incesi (beliğ) olan Hakani Türkçesini konuşuyorlardı.” (s. 112)
- “Kutadgu Bilik’i okumuş olan herkes Kaşgarlı Mahmud’un eserinde adı geçen “erdem başı til” yani “hikmetin başı dilde” yani “insanın sözündedir” atasözünü görür görmez herhalde Kutadgu Bilik’i hatırlayacaktır.” (s. 113)
Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı kitabın sekizinci ders başlığında Barthold, Cengiz Han’ın şahsiyeti, liderliği ve siyasi stratejileri üzerine yoğunlaşır. Cengiz Han’ın sadece bir fatih değil, aynı zamanda disiplinli, düzen kurucu ve karizmatik bir lider olduğu vurgulanır. Onun liderliğinde, Moğol toplumunda sadece savaş değil aynı zamanda hukuki ve sosyal reformlar da yapılmıştır. Cengiz Han’ın yükselişi, bozkır aristokrasisinin desteğiyle mümkün olmuştur. Bu destek karşılığında, aristokrasiye savaş ganimetleri, toprak ve ayrıcalıklar verilmiştir.
Barthold, bu süreci sınıf mücadelesi bağlamında ele alır ve Moğol destanlarında yer alan olayların arkasındaki sınıfsal dinamiklere dikkat çeker. Moğol istilasının yıkıcı değil, düzen kurucu bir etkisi olduğu da vurgulanır. Cengiz Han’ın kurduğu sistemin, sonraki yüzyıllarda hem Çin hem Orta Asya’da siyasi istikrarın temelini oluşturduğu belirtilir. Ayrıca, Moğolların dinî hoşgörüsü, fethedilen halklar arasında isyanı önlemiş ve kültürel uyumu artırmıştır. Barthold, Moğolların farklı halkları yönetiş biçimini örneklerle gösterirken, askeri sistemleri, hanedan yapısı, sefer düzenleri ve hukuk anlayışlarını detaylandırır.
Sekizinci bölümde altını çizdiğim cümleler ise şunlardır:
- “… Harizmlilerin Türkleşmesi XI. yüzyıl ile XII. yüzyıl arasında yani burasını Selçuk sultanlarına bağlı beylerin idare ettikleri devirde vuku bulmuşnır. Bu beyler aslında Türk olmakla beraber, eski İran unvanı olan “Harizmşah” unvanını koruyorlardı. XI. yüzyılın son yıllarında burada Harizmşahlar Sülalesi kuruldu ki, bunların hemen hepsinin adları Türkçe idi. Harizm bunların devrinde bu ülkenin bütün tarihinde ilk ve son defa olmak üzere pek büyük bir devletin merkezi olmuş tur. Bu Harizmşahlar önceleri Selçuk sultanlarının vekilleri iken, yavaş yavaş Müslüman aleminin doğu kısmının yüce hükümdarları sıfatını kazandılar.” (s. 115)
- “… Ahmed-i Yesevi’nin öncüsü Arslan Baba yahut Bab Arslan (bilindiği gibi Arapça kapı anlamında olan bab kelimesi Türkistan’da İslam dinini neşredenler için kullanılmıştır) adında bir Türk evliyasıdır. Arslan’ın oğlu Mansur Ata, Ahmed-i Yesevi’nin ilk halifesi yahut vekili idi. Ahmed-i Yesevi’nin kendisi ise Hemedan’dan Türkistan’a gelmiş olan İran’lı mutasavvıf Yusuf Hemedani’nin üçüncü halifesi idi. … Harizm’e bağlı olan Hakim Ata yahut Süleyınan Bakırgani’dir. Hakim Ata da, tıpkı Ahmed-i Yesevi gibi, tasavvufa ait Türkçe bir öğütler mecmuası yazmıştır.” (s. 117-118)
- “Türkleri medeniyete düşman bir millet diye tanıtarak bunların tarihteki rollerine yalnız o noktadan karar vermekte Avrupa Orientalistleri içinde herkesten ileri giden zat meşhur Alman Orientalisti Nöldeke olmuştur.” (s. 118)
- “Şimdiye kadar bilindiğine göre Moğollar’dan önce Kırım’da Müslüman yoktu. İşte burada da Moğol devrinde Yusuf ve Züleyha’ya ait Türkçe bir edebi eser yazılmıştır. O eser de şimdi bize yalnız o eski devirde Güney Türkçesine yapılan tercümesinden bilinmektedir. Bu Güney Türk Edebi Dili de Moğol devrinde meydana gelmiş ve sonra Osmanlıca adını almıştır.” (s. 121)
- “XIII. yüzyıl Moğol fetihleri dünya tarihinde tamamen ayrı bir yer işgal etmektedir. Göçebelerin medeni ülkelere akınları her vakit tekrarlanmasına rağmen, aynı kavmin kısa bir zaman zarfında Uzak-Doğu ve Batı-Asya’yı, Doğu-Avrupa’daki medeni memleketleri fethetmesinin diğer bir örneği görülmemiştir.” (s. 123)
- “Reşidüddin’in eserinden öğreniyoruz ki, Şamanizm evvelce göçebelerin değil, avcı kabilelerin dini imiş ve daha Moğol devrinde yalnız kuzeydeki ormanlık ülkelerde yaşayan kavimler içerisindeki Şamanistler hakiki Şamanist addedilmişlerdir.” (s. 126)
Dokuzuncu ders bölümünde Barthold, Cengiz Han’ın Orta Asya’ya yönelik askerî harekâtı öncesinde bölgedeki siyasi karmaşayı, farklı kaynaklarda geçen çelişkili anlatımlarla birlikte ele alır. Merkezde, Harizmşahlar ile Moğollar arasındaki diplomatik ve askeri ilişkiler yer alır. Barthold, Moğolların Türkistan’a yönelmesinin esas nedenlerinden biri olarak ticaret yolları üzerindeki gerilimi gösterir. Özellikle Otrar faciası olarak bilinen, Cengiz Han’ın tüccarlarının öldürülmesi olayı, istilanın başlangıcı olarak görülür. Bu olayın ardından Cengiz Han, büyük bir askeri sefer başlatmış ve Semerkand, Buhara gibi önemli şehirleri ele geçirmiştir.
Barthold’a göre, Harizmşahlar devleti bu istilaya karşı ciddi bir direniş sergileyememiştir. Devletin içinde bulunduğu merkeziyetçilik sorunu, yerel yöneticilerin başına buyruk davranması ve halk ile bağlarının zayıf olması gibi nedenler, Moğolların ilerleyişini kolaylaştırmıştır. Ayrıca Barthold, bu döneme dair Arap, Fars ve Çin kaynaklarının çelişkilerini karşılaştırmalı olarak değerlendirir. Olayların anlatım biçimi bazen siyasi tarafgirlik içerdiğinden, tarihçinin eleştirel yaklaşımının önemi vurgulanır.
Bu bölümde aldığım notların yer aldığı cümleleri ise şu şekilde yazabilirim:
- “XIll. yüzyıl başında Harizm ile özbeöz İranlı olan Mazenderan halkı arasındaki münasebet hakkında tarihçilerden biri Türklerle Tacikler arasında hakiki bir dostluk olamayacağı görüşündedir.” (s. 134)
- “Moğolların Türklerle birleşmek ve bunları kendi fetihlerine ortak ettirmek teşebbüsünde bulunduklarını görmüyoruz. Bazen Türklerle görüşmelerde bulunuyorlar idiyse de bu Moğollar için alışılagelmiş askeri bir hile idi. Moğollar dostluk hakkındaki yalancı sözleri ile düşmanlarını sonradan birer birer yok etmek için ayırıyorlardı. Bunlar arasında evvelce dost ve müttefikleri dedikleri de dahil bulunuyorlardı.” (s. 134)
- “Çin haberlerinin, aslen Çinli olmasa bile (çünkü aslı Karakıtaylardandı) eğitim ve terbiye yönünden Çinli olan vezir Ye-Liu-Çu Ts’ai’ye isnat ettikleri rol de ancak bu şekilde açıklanabilir. Çin kaynaklarından şu hükmü çıkarmak mümkündür ki Ye-Liu-Çu Ts’ai Moğol imparatorluğunun gerçek kurucusudur. Çinlilerin bu görüşü, Çince olmayan kaynaklarda Ye-Liu-Çu Ts’ai hakkında hiçbir haber var olmamasına rağmen Reşidüddin’in Avrupalı naşiri, Blochet tarafından kabul edilmiştir. Blochet’e göre, Moğollara medeni memleketlerde katliamlar tertip etmek ve halkın mallarını yağma etmenin caiz olmadığını yalnız bu Ye-Lui-Çu Ts’ai anlatmıştır. Blochet’in ifadesine göre, buna yalnız Cuci hüküıneti uymamış ve onun için “anlatılmaz bir barbarlığa düşmüştür” (dans une barbarie sans nom)”. (s. 139)
- “İbn Battuta Arapça ilahilere Kavi (söz), Farsça ve Türkçelere “mülemma” denildiğini de ilave ediyor. Arapça “mülemma” sözü “alaca” demektir. Sonradan Arapça sözlerin Farsça ve Türkçe ile karıştırıldığı söze “mülemma” denilmiştir.” (s. 144)
- “Kırımlılara Ruslardan başka Kırım’ı 1475’de işgal eden Osmanlı Türkleri de Tatar adını veriyorlardı. Bilindiği gibi bilhassa şimdi Kırımlılar bu Tatar adını kabul etmeyerek kendilerini Türk diye adlandırıyorlar. … Fakat bugün bile Tatar kavmi ile diğer Türk kavimleri arasındaki etnografik ve dil farklarını tespit edilmiş saymak mümkün değildir.” (s. 148)
Onuncu derste Barthold, Moğol fetihlerinden sonra Orta Asya’da kurulan siyasi yapıları ve özellikle Altın-Orda Hanlığı ile diğer Moğol kökenli hanlıklar arasındaki farklılıkları analiz eder. Merkezde, Moğol istilasının ardından oluşan yönetim modelleri ve bunların yerel halklarla ilişkisi bulunmaktadır. Barthold, Altın-Orda Hanlarının, Moğolistan’dan coğrafi olarak uzak oldukları için bağımsız hareket ettiklerini, buna karşın Türkistan’daki siyasi yapılanmaların daha belirsiz ve karmaşık olduğunu vurgular. Bu fark, yerel idarelerde merkezî otoritenin zayıf kalmasına yol açmıştır.
Ayrıca Moğolların fethettikleri topraklarda uyguladıkları yönetim esnekliği, yerel yöneticilere verilen yetkiler ve bu sistemin doğurduğu sorunlar irdelenir. Özellikle vergi düzenlemeleri, askeri teşkilatlar, şehir ve kırsal yönetimleri arasındaki farklar detaylandırılır. Barthold ayrıca bu dönemdeki kaynak yetersizliğine de dikkat çeker. Moğol sonrası Türkistan’daki yönetsel sistemin hukuki ve idarî belgelerle yeterince aydınlatılamadığını belirtir.
Bu bölümde altını çizdiğim cümlede, ünlü gezgin Polo’nun bir bölgeye Büyük Türkiye adını vermiş olması dikkatimi çekti: “Şimdiki Doğu-Türkistan eyaletini tasvir ederken Marco Polo Kubilay ülkesi içine Hotan ve bunun doğusundaki eyaletleri de katıyor. Halbuki yine aynı yerde “Kaşgar’dan buraya kadarı ve daha uzakları Büyük Türkiye’ye (Marco Polo Kaydu ülkesine bu adı veriyor) ait bulunmaktadır.” deniliyor.” (s. 156).
Ünlü Venedikli seyyah Polo’nun seyahatnamesinde geçen “Büyük Türkiye” (Great Turkey) tabiri İran merkezli geniş topraklara hükmeden İlhanlı Devleti’nin kontrolündeki bölgeleri ifade etmektedir. Akla, “peki Küçük Türkiye neresi?” sorusu geliyor ve hemen cevaplayalım: Polo’nun seyahatnamesinde ve dönem haritalarında “Küçük Türkiye” (Lesser Turkey) olarak adlandırılan yer ise aslında günümüz Anadolu topraklarıdır. Bunun sebepleri var; açıklanabilir: ama yeri burası değil.
On birinci derste ise Barthold, Moğollar arasında barış ve iç savaş dönemleri ile bu dönemlerin Orta Asya üzerindeki etkilerini ele alır. Merkezde, Cengiz Han’ın oğulları ve torunları arasındaki güç mücadelesi ve bu mücadelenin Türkistan’daki siyasi yapıyı nasıl etkilediği vardır. Barthold’a göre Moğol hanedanı içinde yaşanan ayrışmalar, Orta Asya’daki düzenin bozulmasına, kültürel ve ekonomik istikrarsızlıklara neden olmuştur. Altın-Orda, Çağatay ve İlhanlı kolları arasındaki rekabet, bölge halklarının dini, siyasi ve ekonomik yaşamını derinden etkilemiştir.
Tarihi kaynakların bu döneme ilişkin bilgi vermekte yetersiz kaldığını özellikle vurgulayan Barthold, bu belirsizliğin tarihçinin işini zorlaştırdığını belirtir. Ayrıca Türkistan’daki şehirlerin bu iç çatışmalardan nasıl zarar gördüğü, ticaret yollarının nasıl kesintiye uğradığı gibi konular da incelenir. Dersin sonunda, Moğol hanlıklarının bölgedeki uzun vadeli etkileri özetlenir: Devlet otoritesi zayıflarken yerel beylerin etkisi artmış, halk ise çoğu zaman kimin egemenliğinde olduğunu bilemez hale gelmiştir.
Bu bölümde altını çizdiğim cümle ise biraz uzun:
“… bu malzeme yalnız henüz tetkik edilememiş olmakla kalmıyor, hatta daha herkesin bilgisine bile sunulmamıştır. Bizzat Timur’un emri ile İranlılar tarafından Farsça yazılan Timur saltanatı tarihleri bize üç çeşitli eser halinde gelmiştir. Bunlardan en evvelkisi 1915’de Petrograd İlimler Akademisi tarafından Taşkent’te bulunan yegâne nüshaya dayanılarak neşredilmişti. Nizameddin Şami’ye ait olup, olayları 1402 yılına kadar getiren ve bizzat Timur tarafından düşünülmüş olup, Zafername unvanını almış bulunan ikinci eser şimdiye kadar tamamen neşredilmeıniştir. …
Bunların hepsinden çok tanınmış olan üçüncü eser Şerefeddin Yezdi’nin Zafername’sidir ki yazılmasına 14199’da başlanmış ve 1425’de son verilmiştir. Fakat bu eser de şimdiye kadar yalnız, tamamen tenkitsiz bir tarzda basılmış ve tamamen eski, XVIII. yüzyılda yapılmış Fransızca tercümesi ile meşhurdur. Bu eserin Timur’un ortaya çıkışına kadarki dünya tarihini ve bu arada Moğol imparatorluğu tarihini kapsayan giriş kısmı bugüne kadar neşredilmeıniştir. Timur tarihine ait daha bir sıra eserler ve bu arada 1412 tarihlerinde Timur’un torunlarından biri olan Sultan İskender için yazılmış bir dünya tarihine ait yazan belirsiz eser de daha yazma halinde bulunuyor.” (s. 175)
“Timur’un saltanatına ait kısmın nüshaları hiçbir yerde görülmemiş ve bu kısmın ihtiva ettiği bilgiler özellikle daha sonra tarihçi Abdürrezzak-ı Semerkandi’nin ( 1 413-1482) olayları 1471 yılına kadar getiren eserinden öğrenilmiştir. Abdürrezzak’ın eseri de birçok güzel yazmaları var olmasına rağmen, hala neşredilmemiştir.” (s. 176)
“Timur o vakitler Kaşka Derya üzerindeki yerlere hakim Türkleşmiş bir Moğol kabilesi olan Barlas (Moğolca Barulas)lardan çıkmıştır.” (s. 178)
“Çağatay deyimi yalnız Timur devleti göçebeleri hakkında kullanılmıştır. Halbuki doğu eyaletlerinde de Çağatay’ın haleflerinden sayılan çok daha büyük ehemmiyeti olan hanlar vardı. … Moğollar’dan yalnız birisi şimdiye kadar dilini korumuş olup, Afganistan’da yaşamakta ve kendilerini Moğol diye adlandırmaktadırlar. Moğollar kendilerini Orta-Asya göçebe geleneklerinin en saf temsilcileri saydıklarından Çağataylar’a hakaretle nesilleri karışık, melez -karaunas- diyorlardı. Diğer taraftan Çağataylar da Orta-Asya Moğol devletleri mensupları sıfatiyle Moğollar’a haydut, cete diyorlardı.” (s. 179)
“Timur ülkesinde Çağataylar’ın yerleşik halka karşı olan durumları bunları 1404’de görmüş olan İspanya’lı elçi Clavijo’nun eserinde doğu yazarlarında olduğundan daha açık olarak gösterilmektedir: “Yaz ve kış istedikleri sürüleri otlatmağa gidebilirler, istedikleri yerde ekin eker ve yaşarlar; tamamen serbest olup imparatora vergi vermezler, çünkü çağrıldıkları vakit orduda hizmet ederler.”” (s. 181)
“Timur … Faaliyetinin bu yönüne memleketindeki Türklerin hemen hiçbir katkısı yoktur. Timur’a tabi olan memleketlerden en çok Türk olan memleket Harizm idi. … Timur ise anlaşıldığına göre ne Türkçe ve ne de Farsça şiire meraklı değildi. … Timur Türk teb’asının manevi işleri hususundaki titizliğini başlıca Türk-Müslüman azizi Ahmed-i Yesevi’nin türbesi üzerine muazzam bir bina yaptırmak suretiyle göstermiştir.” (s. 184-185)
Moğol İstilasından Timur’a: Orta Asya’da Güç Mücadelesi
Barthold on ikinci ders başlıklı son derste, Timur ve onun kurduğu imparatorluğun doğası, hedefleri ve Orta Asya üzerindeki kalıcı etkileri üzerinde durur. En dikkat çekici tezlerinden biri şudur: Timur, Türk milliyetçiliği doğrultusunda değil, şahsi iktidar arzusu doğrultusunda hareket etmiştir. Timur’un siyasi hedefi, Cengiz Han soyunun otoritesini tanıyor görünmekle birlikte, aslında bu otoriteyi fiilen devre dışı bırakmaktır. Barthold, Timur’un kendi iktidarını meşrulaştırmak için sembolik olarak Cengiz soyundan gelen bir hükümdarı görünürde öne çıkardığını, ama asıl gücün kendi ellerinde olduğunu belirtir.
Ders boyunca, Timur’un devlet teşkilatı, vergi sistemi, ordu yapısı, sanat ve şehircilik politikaları detaylı biçimde ele alınır. Özellikle Semerkand’ı bir kültür merkezi hâline getirme politikası, Timur’un yalnızca bir fatih değil, medeniyet kurucusu olduğu yönündeki görüşleri destekler. Ancak Barthold’a göre, Timur’un istilaları Orta Asya’nın birçok bölgesinde ekonomik çöküntü ve nüfus azalmasına yol açmıştır. Özellikle İran ve Anadolu’da bu yıkım daha belirgindir. Dolayısıyla Timur, kurucu yönü kadar yıkıcı yönüyle de tarih sahnesinde yer alır.
Bu bölümde altını çizdiğim cümleler ise şunlardır;
“Timur’un Makedonyalı İskender’in tarihini bildiğine dair bir delil yoktur. … Timur da bütün Türkler gibi İran medeniyeti tesirine her halde tabi olacaktı. Timur’un okuma yazması yoktu. … Tarihteki bilgisi o zamanın en büyük Arap yazan İbn Haldun’un hayretini uyandırmıştır.” (s. 187-188)
“Mir Ali Şir Nevai İran kültürü almış bir adamdı. Türkçe şiire İran temalarını sokmuş, hatta eski İran hükümdarları tarihini yazmıştır. … Hayatının sonuna doğru yazmış olduğu bir eserinde Türk dilinin Farsçadan üstün olduğunu isbata çalışıyordu.” (s. 190)
“Büyük babası Timur’a saygı besleyen Uluğ Bey, aynı zamanda Türk-Moğol askeri geleneklerinin taraftarı ve bir dereceye kadar Türk milliyetçisi idi. … Uluğ Bey Timurlular arasında Türkçe yazılı sikke kestirmiş olan tek hükümdar olmak üzere görülüyor (Bizzat Timur’un sikkeleri arasında böyleleri vardır). … Türk milliyetçiliği Uluğ Bey’i İran medeniyetini Timur’dan daha geniş ölçüde kabul etmekten alıkoymamıştır. Uluğ Bey yalnız Timur gibi alimlerle görüşüyor değil, üstelik kendisi de ilim ile özellikle astronomi ile meşgul oluyor ve bu vasfı ile İslam tarihinde oldukça ender rastlanan alim hükümdar örneğini veriyordu. Çağdaşları Uluğ Bey’i bu hususta Aristo’nun talebesi İskender’e benzetiyorlar. … Uluğ Bey’in yalnız kendisi alim bir astronom olmakla kalmamış, kendi yakınları olan Türkler arasından kendine güvenilir bir öğrenci ve halef de yetiştirmişti: Ali Kuşçu.” (s. 192)
“Türkçe konuşanlar arasından Ali Kuşçu ve Uluğ Bey gibi alimlerin çıkması oldukça ilgi çekicidir. Bununla beraber ne bu, ne de öteki, Türk dilinde ilimden söz etmek tecrübesinde bulunmamışlar ve eserlerini yalnız Farsça ve Arapça yazmışlardır.” (s. 193)
“Yerli Müslüman beyleri çok defa Çince “Van” unvanını taşıyorlardı. Bundan başka, siyasi ehemmiyet, Moğol hanları devrinden beri, ruhani başkanlar, Fergana ve özellikle buranın kuzey Tacik kısmından çıkmış olan hocalar elinde idi. Batı-Türkistan’da ortaya çıkan bazı hoca hareketlerinin Özbek ve Kazaklar aleyhine yönelmiş milli Tacik özelliğinde olmaları mümkündür. Daha sonra tam olarak Türkleşmiş olan Doğu-Türkistan’da ise hocalar Türkleri tutuyorlar ve Türkçe lakapları taşıyorlardı. Hocaları bazen Doğu-Türkistan’da İslamiyet yayıcısı olmak üzere gösteriyorlardı. Kaynaklarda buna ait bir işaret yoktur. Aksine İslamiyet daha XV. yüzyılda orada tamamen yerleşmiştir. Moğol hanları da bunu ateşli bir şekilde hatta zor kullanarak yayıyorlardı. Hanlar teb’aları olan Moğollar’a zorla sarık giydiriyorlardı.” (s. 204)
“… kısa bir zaman için siyasi bağımsızlığını yeniden kazanmış olan Doğu-Türkistan’ın durumu son derecede acıklı bir vahşet levhası arzeder. Bütün bu hareket yerli halkın yalnız Çinlilerle değil, kendi aralarında da kanlı ve anlamsız savaşların levhasını göstermektedir. Mahalli Müslüman tarihçisinin itiraf ettiği gibi, Müslüman halk Çin hakimiyetinin yeniden kurulmasından sadece memnun olabilirdi.” (s. 205)
Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı bu kitapta bazı imla hataları da vardı tabii: hatta oldukça fazla olduğunu, çoğunu yazmaya üşendiğimi söyleyebilirim. Örneğin; “Kitâbelerilnin” yerine “Kitâbelerinin” olmalıydı (içindekiler), “anlaşlıyor” yerine “anlaşılıyor” olmalıydı (s. 29), “içeresine” yerine “içerisine” olmalıydı (s. 41), “kullanlan” yerine “kullanılan” olmalıydı (s. 44), “bareber” yerine “beraber” olmalıydı (s. 46), “geçebeler” yerine “göçebeler” olmalıydı (s. 57) şeklinde tespit edebildiklerimi buraya yazayım istedim.
Bunun dışında eserde bazı kelimeler ayrı yazılmaması gerekirken, ayrı yazılmış: örneğin “birçok, bugün” kelimeleri çoğu yerde ayrı yazılmıştı. Yine, bazı özel terimler ve unvanların küçük harfle yazıldığını (Müslüman kelimesini özellikle küçük harfle yazmaları çok sinir bozucu) gördük. Ayrıca kesme işaretleri özellikle özel isimlerde çok sıklıkla yanlış kullanılmıştı (Araplar’ın, Moğollar’ın gibi…). Kitabın bazı sayfalarında noktalama işaretleri ya unutulmuş (örneğin, s. 54, 75) ya da fazla boşluk bırakılmıştı. Yani imla açısından da esaslı bir bakıma ihtiyacı var eserin!
Yazar, bütün sözlerinden, anlatılarından sonra, sonuç kısmı olmadan, on ikinci bölümüm sonundaki paragrafında bir değerlendirmede bulunuyor: bu değerlendirmesinde Orta Asya Türklerinin geleceğine dair kendi yorumunu paylaşırken; bu geleceğin, tıpkı diğer kavimlerinki gibi, dünya ile kuracakları medeni ilişkiler ağına bağlı olduğunu ifade ediyor. Yani ona göre Türklerin ilerlemesi, kendi içine kapanarak değil, dünya ekonomisi ve medeniyetiyle bütünleşerek mümkündür. Barthold sanırım burada coğrafyanın kader olduğu anlayışıyla değil, coğrafyanın doğru kullanılması gerektiği inancıyla hareket etmektedir.
Ancak yazar, bu medeni bütünleşmenin yönü konusunda önemli bir değerlendirmede bulunur. Dönemin bazı düşünürleri, Orta Çağ’da kullanılan ve Çin’e ulaşan ticaret yolunu yeniden canlandırmak amacıyla Doğu Türkistan üzerinden Çin’e bir demiryolu inşa edilmesini savunmaktadır. Barthold ise bu görüşe karşı çıkar. Çünkü o dönemde Sibirya üzerinden Çin’e zaten bir demiryolu vardır ve bu hat teknik olarak çok daha elverişlidir. Doğu Türkistan üzerinden yeni bir hat inşa etmek ise hem teknik olarak daha zordur hem de ekonomik faydası belirsizdir. Dolayısıyla bu yönde bir gelişme beklenmemelidir.
Barthold’un burada asıl vurguladığı ve öngördüğü şey, Orta Asya’nın özellikle Batı Türkistan kısmı için Avrupa ile Hindistan arasında kurulacak bir demiryolu hattının çok daha büyük bir önem taşıyacağıdır. Böyle bir hat, hem tarihsel ipek yolu güzergâhına kısmen benzerlik gösterir hem de modern dünya sistemine entegrasyonu kolaylaştırır. Avrupa’dan yola çıkan bir demiryolunun Hindistan’a uzanması hâlinde, Türkistan coğrafyası bu hattın tam ortasında, yani doğal bir merkez konumunda olacaktır. Bu da ekonomik hareketlilik, stratejik değer ve kültürel etkileşim bakımından Türkistan’a büyük avantajlar kazandıracaktır (Bu konuda herhangi bir hamle yapıldı mı, şu an son durum nedir, gerekli midir, tartışmalarına veya cevap arayışlarına girmiyoruz, devam ediyoruz).
Bu arada Barthold yukarıda yazdığım görüşünü desteklemek için tarihsel bir örnek de verir: Ruslar daha XVII. yüzyılda bile Türkistan’dan Hindistan’a inen bir güzergâh aramışlardı. Bu örnek, önerdiği güzergâhın sadece teorik bir tasarı değil, aynı zamanda tarihsel kökleri olan bir hedef olduğunu göstermektedir. Yani Avrupa-Hindistan hattının bir gün hayata geçirilmesi, Orta Asya Türkleri için büyük bir açılımın kapısını aralayabilir.
Sonuç olarak, bu son paragrafta Barthold, Orta Asya’nın geleceğini Çin’le değil, Avrupa ve Hindistan’la kurulacak ilişkilerde görür. Türkistan’ın tarihsel rolünü canlandırmak, onu yeniden kıtalar arası bir geçiş ve medeniyet köprüsü hâline getirmek, ancak bu yeni yönelimle mümkün olabilir. Katılıyor muyum? Dediğim gibi: buranın konusu değil.
Vasili Barthold, Orta Asya’nın İslam öncesi ve sonrası tarihi üzerine çalışan en önemli doğubilimcilerden biridir. Elimizdeki eseri, yalnızca bir tarih kitabı değil, aynı zamanda dönemin entelektüel yaklaşımlarını ve Batı merkezli tarih yazımının izlerini taşıyan bir metindir. Kitap, Orta Asya Türklerinin tarih sahnesine çıkışını, siyasi ve kültürel yapılanmalarını, İslamiyet’i kabul süreçlerini ve Moğol istilası sonrası gelişmeleri bilimsel bir dikkatle incelemesi açısından oldukça kıymetlidir. Barthold’un kullandığı kaynaklar, karşılaştırmalı analizleri ve Orta Asya’daki tarihi akışın dünya tarihine etkilerini göz önüne alması eseri akademik olarak da değerli kılar. Ancak bu büyük öneme ve bilimsel kıymete rağmen, eserin çeşitli yönleri Türk tarihi açısından eleştiriye açıktır. Barthold’un yaklaşımında, Türk milletinin tarihsel rolü çoğu zaman gölgelenmekte; Türklerin devlet kurucu ve medeniyet taşıyıcı vasıfları yeterince vurgulanmamaktadır.
Her şeyden önce, Barthold’un Türk tarihini çoğunlukla komşu medeniyetlerin –özellikle Çin, İran ve Arapların– etkisi altında şekillenmiş gibi sunması, Türk milletinin tarih sahnesindeki özgünlüğünü zedelemektedir. Örneğin; “Hatun” kelimesini Soğdca kökenli sayması, “vezirlik” müessesesinin İranlılardan geçtiğini savunması ya da Kaşgar ve Balasagun gibi şehirlerin tarihsel önemini İran kültür çevresiyle açıklamaya çalışması, Türk tarihinin öz dinamiklerini ihmal eden bir yaklaşımdır. Tarihimizi Çin, İran veya Bizans tarihçilerinden öğrenmemiz ile bunlardan sınırsız etkilendiğimiz imaları aynı şey değildir.
Bununla birlikte, Satuk Buğra Han’ın Müslüman olma sürecini “ticaret mallarına duyulan hayranlık” üzerinden yorumlaması, Türklerin İslam’a duyduğu samimi bağlılığı küçümseyen bir izlenim yaratmaktadır. Bu, Türk milletinin dinî kabullerinde sadece maddi çıkarları gözettiği gibi indirgemeci bir varsayımdır ve gerçeği yansıtmamaktadır. Türklerin İslamiyet’i kabulü, yalnızca bir siyasî hamle değil, derin bir inanç dönüşümüdür. Ticaretin önemi ve katkısını görmezden gelmiyorum: ancak sadece ticari kaygı ile de yapılacağına inanmak, ne bileyim… Biraz üstten bir bakış.
Moğol istilasının etkileri anlatılırken de Türk devlet aklının sürekliliği göz ardı edilmiştir. Türkistan’daki siyasal istikrarsızlıkların yalnızca Moğollarla açıklanması, Türk halkının kendi iç dinamiklerini ve devlet kurucu yeteneğini yeterince takdir etmeyen bir bakış açısıdır.
Yazar kitabın önsöz kısmında “kaynak bilgileri geniş; fakat tarihçilik tarafları eksik olan Marquart gibi bilginler, Barthold’un karşısında daima başarısız kalmışlardı.” sözleriyle tanıtılıyor. Önemli biri yani. Barthold’un kitapta en çok eleştirdiği isimlerin başında Josef Marquart gelir.
Marquart, dönemin en üretken Alman tarihçilerinden biri olmasına rağmen, Barthold onun çalışmalarını fazlasıyla spekülatif, zayıf kaynaklı ve metodolojik açıdan sorunlu bulur. Marquart’ın Türk tarihine dair yorumları yer adları, kavim adları ve kronolojik gelişmeler üzerinden yapılmakta; ancak Barthold’a göre bu çıkarımların çoğu spekülatif hipotezlerden öteye gitmez, bunu da kitapta açıkça söyler. Ayrıca Barthold’un en dikkat çekici eleştirilerinden biri Nöldeke’nin Arap kaynaklarını okurken Batılı önyargılarla hareket etmesi üzerinedir. Nöldeke’nin özellikle İslam öncesi ve erken dönem İslam tarihini açıklarken, Arap olmayan halkları küçümseyici, oryantalist bir bakış açısıyla ele aldığını ima eder.
Velhasıl; bu uzun yazıyı şu sözlerle bitirelim:
Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı eser tarihçilik açısından büyük değer taşısa da Türk milletinin kendi tarihindeki aktif ve kurucu rolünü gölgede bırakan birçok yorum barındırmaktadır. Bu kitap, Batılı akademik gelenek içinde yazılmış ve kendi bakış açısının sınırlarını yansıtmaktadır. Türk tarihi açısından, bu eserin yeniden okunması, Türk tarihine daha adil ve gerçekçi bir bakışın inşa edilmesi açısından tabii ki önemlidir. Ancak kendi tarihimizi yabancıların elinden değil, kendi tarihçilerimiz tarafından anlatılmasını, öğrenilmesini tercih edeceğimi özellikle belirtmek istiyor, tarihimiz konusunda daha iddialı akademik çalışmaların yapılması gerektiğini düşündüğümü söylemek istiyorum.
Bu yazıyı yazarken ve tabii ki kitabı okuduktan sonra yapay zekadan oldukça fazla yararlandığımı da belirtmek isterim.
İyi okumalar.